‘Zaman ne de çabuk geçiyor azizim’

Çok değerli Yusuf Çağlar'la mektuplaşmalarımızdan bir seçki bulacaksınız. Elbette günü gününe cevaplarını yazdım. Fakat o artık aramızda değil. Bu son cevabımı da okuyamayacak.

KRONOS 06 Aralık 2020 KÜLTÜR

Gazeteci, yazar ve koleksiyoner Yusuf Çağlar

HALİT ÖMER CAMCI

Aşağıda çok değerli Yusuf Çağlar’la mektuplaşmalarımızdan bir seçki bulacaksınız. Elbette günü gününe cevaplarını yazdım.

Fakat o artık aramızda değil. Bu son cevabımı da okuyamayacak.

Hayat hatırlamaktır. Hatırlanmıyorsa yaşanmamış gibidir. Hayatlarımız, sonsuzluğun yanında ne kadar kısa. Yeryüzü bir misafirhane, bunda şüphesi olan var mı? Ve en uzun ömür bile birçok şey için çok kısa değil mi?

27 Kasım 2020 Cuma günü koronavirüs nedeniyle kaybettik Yusuf Çağlar’ı. Kabri nur, ahireti cennet olsun.

Yusuf Abi ile ilk karşılaşmamızı gün, saat olarak hatırlamıyorum. ‘Gazete’nin kültür-sanat sayfasında karşılaşmış ve tanışmış olma ihtimalimiz çok yüksek. Onunla tanışma ihtimaliniz başka insanlarla tanışmaktan çok daha yüksekti çoğu zaman. Onunla mesela Ara Kafe’de Ara ustayı ziyarette karşılaşabilirdiniz. Ya da bir sahaf dükkânında ilgilendiğiniz bir konuda bir fotoğraf, bir evrak peşindeyken, “Azizim size ne lâzımdı, belki Sahaf Halil abi o konuda yardımcı olabilir,” diyen bir güzel yüzlü insan karşınıza çıkabilirdi ve o hiç şüphesiz Yusuf Çağlar olurdu.

Yusuf Abi için dostluk en temel vasıflardan biriydi. Bir güzel insan tanımışsa onu bir başka güzel insanla tanıştırmak ve güzelliklerden, dostluklardan bir halka oluşturmak onun için bir misyon gibiydi. Bir yazar, bir hattat, bir koleksiyoner, bir sahaf… Onun hayatını, merkezde onun olduğu etrafında da her kültürden, her inanıştan, her entelektüel gruptan, her meslekten güzel insanların bulunduğu çok renkli, çok neşeli, çok sıcak bir resme benzetebiliriz. Tam da Yusuf Abi’nin koleksiyonuna yakışır bir resim.

Yusuf Çağlar’dan bahsedeceksek birkaç ismi mutlaka anmalıyız. İsmail Kara, Nedret İşli mesela… Lütfen diğer isimler alınmasın ama benim şahitliğimde bu iki isim sanki Yusuf Çağlar’ın ruh ikizleri, hayatının organik parçaları gibiydiler. Bu isimlerle bir araya geldiğimizde ilk cümle Yusuf Bey ile ilgili kurulurdu. Ben iki isim diye cümleye başladım ama yazdıkça bazı isimleri anmazsam Yusuf Abi kızabilir duygusu kapladı içimi. Rüyan Soydan bu isimlerden biri. O da Mehmed Akif Ersoy hakkında çok değerli bir koleksiyonun sahibidir. Bir diğer isim de Murat Kargılı Bey’dir. Büyük bir entelektüel, iyi bir sahaf dostu ve çok şık bir ‘beyefendi’dir o da.

Bu dost halkalarından biri geleneksel Kanaat İftarları ile cisimleşirdi. Her Ramazan Üsküdar’da Kanaat Lokantası’nda, Murat Kargılı Bey’in özel misafirleri olurdu. Yusuf Çağlar organizasyonu ile Beşir Ayvazoğlu, İsmail Kara, Saadettin Ökten, Sabri Koz ve adını saymakla bitiremeyeceğimiz Türkiyenin entelektüel hayatında izleri olan yazar, şair, ressam, hattat, sahaf, fotoğrafçı birçok dost bir araya gelirdi. Bu bir araya gelişlerde Yusuf Abi bir cemiyet fotoğrafı çekelim mi Halit Bey der ve o an unutulmaz anlar şeklinde kaydedilirdi. O iftarlarda kitaplardan konuşulur, sahaflarda bulunmuş bir ‘eski yazı’nın anlattıklarından. Hele Yusuf Abi Mehmet Akif’in, Ahmet Haşim’in ya da meşhur hattatlarımızdan birinin bir fotoğrafını, yazısını bulmuşsa onlar anlatılır… Hayretler, sevinçler, muhabbetler birbirine karışırdı.

İstanbul’da mahya çekimlerinden

Yusuf Çağları’ı tanımlarken editörlüğü, koleksiyonerliği, dostluğu gibi bir sürü başlıkta saatlerce konuşulabilir ama onun belki de en değerli yanlarından biri yazarlığı ve şairliğidir. “Seliloz Duası” isimli ‘berrak’ bir şiiri şöyle başlar:

Ben ölünce
Gömsünler sahaflara
Osmanlıca yazmalar
Koyuversinler
Tabutumun içine
Okurum
Gece uyanınca
Meleklerle konuşurum
Amel defterim hakkında..

Eski bir kitap içinden çıkmış bir kâğıt parçasından yepyeni bir evren kurabilen bir zeka parlaklığı ve birikimi vardı. Bir Namık Kemal fotoğrafı bulduğunda çocuk gibi heyecanlanır ve dostları arardı. Bir kâğıt arkeoloğu idi Yusuf Çağlar. Hiçbir şey kaybolsun, hiçbir güzellik unutulmasın isterdi. Sanki geçmiş yüzyılların insanlarını günümüze taşımak, bir kitabın ithaf sayfasına yazılmış bir notu bütün insanlık okusun, duysun, bilsin isterdi. Ben de bu kadar hassas, bu kadar ince gönüllü, bu kadar şefkatli bir insanı, tanısaydınız hayran olacağınız bu güzel dostu size biraz geç kalmışlık duygusuyla tanıştırmak, hatırlatmak istedim.

Ona Allah’tan sonsuz rahmet, Şehrazat ve Ayşe’ye, eşi Melek ablaya ve tüm dostlarına sabır temenni ediyorum.

Son cümleyi onun bir yazısından alıntılayayım: Baki selam efendim bütün müptelâ-yı kitaba….

 

7 Aralık 2015 / Pazartesi

Dün akşam kütüphanendeki sayısız albümden birinin sayfaları arasından usulca çıkarıp çalışma masasının üzerine bıraktığın siyah beyaz bir fotoğrafta gördüğüm onca hayal ve hatıra iki gündür zihnimde dönüp duruyor.

Bilmem farkında mısın? Biz tanışalı çeyrek asırdan fazla bir zaman olmuş. Altunizade FEM’in bahçesinden çıkıp hayata atıldığımız günü hatırlıyorum şimdi. Uzayıp giden sevinçli günlerin, üniversite imtihanının, evlilik telaşlarının, çoluk çocuk sevinçlerinin, iş saatlerinin, büyük eser hayallerinin peşinde geçen bir ömrün arifesindeyiz şimdi.

Bak yine yolumuz kitaplı ve selüloz dolu bir kütüphaneye çıkmış. Orada söyleşip duruyoruz geceleri.

Hatırlar mısın bilmem, geçmiş günlerde de kitap rafları arasında geçiyordu vaktin. Raflardan raflara bıkmadan usanmadan taşınıp duruyordun. Sefaköy’de kaldığımız apartman dairesinin bir odasında kitaplara, dergilere, dağınık raflara düzen vermek ve taş plak eşliğinde muhabbetli mevzuları, unutulmaz hatıraları gönlümüze doldurmak telaşın hiç kaybolmadı hafızamızdan.

Sen olmasaydın onca mühim zevatı belki de hiç tanımayacaktım. Hattın, edebiyatın, plastik sanatların, mimari ve kültür hayatının temsilcileriyle tanışıklığın ve o zatları karşılıksız sevmen, ülkemize eserlerini sevdirme çaban hiçbir zaman son bulmadı.

Fotoğrafın çekildiği yeri hatırladım şimdi. Beyazıt meydanında Eczacılık Fakültesi’nin önü olmalı. Baksana, oturduğumuz bankın az aşağısına kurulan kitapçı tezgâhlarından aldığın mecmuanın sayfalarını merakla çeviriyorsun. 1995’in sonbaharında yaşadığımız keyifli bir yolculuktan kalmış bu siyah beyaz fotoğraf. Zaman zaman üç kişi çıkıyorduk bu kitaplı yolculuklara. O gün uğradığımız yerlerden biri Beyazıt Meydanı olmuştu, diğeri ise Ali Toy’un sanat galerisi.

Öyle rastgele çıkılmıyordu bu yolculuklara… Her defasında bir sahafa, bir sanat adamına, bir mekâna, bir yazara, bir sergiye, bir söyleşiye, bir kitabevine, bir matbaaya, bir atölyeye açılıyordu duraklar.

Unutmadan söyleyeyim. Bu hatırası cihan değer ziyaretlerin, bereketli yolculukların üçüncü ismi çoğu zaman kameranın arkasından bize bakıp tebessüm eden Selahattin Sevi oldu. O her defasında karede ‘fotoğrafı çeken / fotoğrafçı’ olarak yer aldı. Anlayacağın azizim, senin kılavuzluğun Selahattin Bey’in fotoğraf çabası olmasaydı kim bilirdi, kim anlardı, kim hatırlardı yaşadıklarımızı.

Çeyrek asrı aşan tanışıklığımızın bereketiyle iç sesimize kattığın eserler, eşsiz hatıralar ve tanıştırdığın güzel dostlar için daima müteşekkir olacağım.

Bak! Neredeyse yarım asra varan yaşımızda yüzlerimiz gülüyor. Bir masanın etrafında konuştuğumuz şeyler kalbimize şifa veriyor. Taa gözlerimizin içine samimiyetle bakıp yürüyoruz birlikte.

Ne diyeyim. İnsan hakiki bir dosttan başka ne ister ki bu dünyada.

 

Arkadaşından selam var valideciğim!

Belgezar / 15 Mayıs 2015, Cuma

Biliyorum… İsmail ağabey bugün validesini toprağın bağrına emanet etti. Allah var, gam yok… Yine de ağlıyordur. Çocukları annelerinin gözünde büyümez. O çocuk da annesiz kaldığı için ağlıyordur… Zaten anneler gidince biraz daha yıkılıyor hayatın tutunduğumuz yanları.

İsmail ağabey, aylardır gidip geliyordu validesinin ikamet ettiği haneye. Rize’de diyaliz işi meşakkatli olacağından Ankara’da ağırlıyorlardı onu. Tanışmak bana da nasip oldu. İstanbul’da bir ya da iki kez görüştük valide hanımla.

Pek güngörmüş, zor zamanlara sabırla tahammül etmiş bütün Anadolu anneleri gibi elleri şefkat, kalbi merhamet, gözleri evrenin yıldızlarıyla donanmış gözüküyordu. Beni tepeden tırnağa iliklerime kadar süzüp elini uzatmış, hoş bir Karadeniz şivesiyle “Hoş geldin evladım!” demişti. Onun gönül kapısından içeriye alındığımı, biraz geveze ve fazlaca coşkulu haller içinde sağa sola taşıp çoğalan konuşmalarımı uzaktan uzağa muhabbetle dinlendiğini hissediyordum. Artık ben de İsmail ağabeyin bir kardeşi, valide hanımın da bir evladı olmuştum. En azından validelerin memleketimizin çocuklarına evlatları gibi nazar ettiklerini biliyor ve daima hayatımda bunu müşahede ediyordum.

Merhumu yine İstanbul’da İsmail Ağabey de kaldığı zamanlarda bir kez daha ziyaret etme imkânı bulmuştum. Bâbil sahaf Lütfi Bayer’le yaptığımız bu ziyarette, valide hanım her zamanki gibi oturduğu koltuktan bizleri selamlayıp zikrine devam etmiş, odaya dolan coşkulu muhabbetlere tebessümlerle ve sükûtla cevaplar vermişti.

Çocuklarını çok seven ve onlara gözü gibi bakan bu bahtiyar annenin evlatları da vefakâr her evlat gibi onu son yolculuğuna kadar yalnız bırakmadılar. Onun, evlatlarını ilim ve irfan, dine hizmet ve millete himmet yolunda telkinlerle büyütmesi amel defterini açık tutmaya yetecek büyük bir vesiledir.

Cenaze namazı dün Ankara’da kılındı, gidemedim. Bugün de valide hanımın naaşı Rize’de toprağa verilecek… İki üç gündür, arayan ve sabır temenni eden dostlarımıza cevaplar vermeye, İsmail ağabeyin geliş gününü gözlediğimizi izah etmeye çalışıyorum. Taziye için bekliyorlar, bir nebze olsun acıların azalmasını, ellerinin sevgiyle bu kederli zamanlarda İsmail ağabeye ve ailesine uzanmasını istiyorlar.

İçlerinden en çok sabırsızlanan Sabri Koz Bey oldu. O da diğer dostlarımız gibi bir an evvel taziyeye gitmek ve bir hafızın gür sesinden haneyi Yasinler, Fatihalar, âminlerle donatmak istiyorlardı. Evlat acısı yaşamış ve bu acının hatıralarını ve yaralarını kalbinden bir nebze olsun söküp atamamış bu büyüğümüzün Kur’ân’ın sadâsından ve dostların tesellisinden başka şifa olmadığını ayne’l-yakîn müşahede ettiğine şahittim.

Sözü uzatmaya ne hacet var. Dünyanın yükü toprağın altına taşınmıyor. Kem sözler, hayırsız işler sahiplerinin boynunda ateşten halka… Güzel hatıralar, ibadetler ve hayırlı evlatlar ise yüzlerce yıldır susamış bu Anadolu toprağına su verecek bir hayrat.

 

Sahafın ölümü

5 Nisan 2013, Cuma

Kitapların sessizliğinden anlarsınız, o gün bir şey vardır ağızların tadını kaçıran. O gün ıpıssızdır camekânları, rafları kitapçının. Ömrünce taşıdığı yük ağır geldiği için, o gün bir “Ah!” sesi yankılanır sahaflarda. Ansızın yıkılıp giden bir çınar ağacının fırtınasız bahar gününde devrilivermesine anlam veremezsiniz. Çünkü her ölüm zamansızdır bizlere…

Sahafın ölümü diğer fanilerin ölümü gibidir. Acı verir önce, sonra dualarla sükûn bulmaya çalışır yakınları. Sonra hatıraları kalır hafızalarda…

Sahafın ölümü müdavimlerin ölümü gibidir aynı zamanda. Bedenler toprağa düşer, ruh kanatlanır, kitaplar kalır geride. Vârisler için çetin bir imtihandır geride kalanlar. Atsanız atmaya, satsanız satmaya kıyılmaz sayısız evrak, kitap, eşya…

Bir de sahafın sahaflığını yitirdiği gün ölmesi vardır. Bıkkınlığın, vefasız müşterilerin, ardı arkası kesilmez vergilerin altında kaybolur gider sahaf. Osmanlıca eserlerin kamyonlarla satın alındığı günler çoktan geride kalmış, ikinci el kitapların âdeta bekleme salonuna dönüşmüştür dükkânı. Kahrı öldürür onu, geçmiş güzel günlerin kum taneleri gibi savrulup gitmesi…

Bir de şu beylik sözler öldürür sahafı: Sahaf dediğin önce Türkçe bilmeli. Eskisi, yenisi, nevzuhuru, munfasılası velhasılı Türkçesi olmalı sahafın. Arapçası olmalı, Farsçası… Ecnebilerin asarına uzak mı kalacak! Fransızca bilmiyorsa İngilizce okuyup yazmalı… Hiçbiri yok mu bunların? Öyleyse dünyanın en büyük lügat arşivine sahip olmalı. O da yoksa eğer; ölmeli sahaf, ölmeli…

Sahafın ölümü, meşhurların ölümü gibidir aynı zamanda. Onun zulasında âlimlerin, ediplerin, hattatların, meşhur adamların, paşaların, padişahların, şehzadelerin, siyaset adamlarının mahrem belgeleri vardır. İfşa olmak için sıralarını bekler her biri. Sahafın onları uyandıracağı günü bekler. Gün gelir çerağ yanar, tarihin gizli kalmış karanlıkları aydınlanır bu belgelerle, gün gelir kader hükmünü icra eder sahafın ölümüyle sırrolur her şey. Sahafın ölümü meşhurların bir kere daha ölümü olur.

Sahafın ölümü âlemin ölümüdür aynı zamanda… Bir de âlimi vardır sahafların. İlim ve hikmet yolculuğunda aradıkları eserlere tutunanları vardır. Bildiklerini bildirmek için çırpınır bu kimseler. Kimsesizliğin ağırlığıyla bir başlarına taş bir anıt gibi dosdoğru olanı işaret ederler. Bulduklarını saklamak ve satmak hevesine düşmeden ehline ulaştırmak, emaneti emin ellere teslim etmek isterler. Bazen bütün sahaflar âlim kesilir duruşlarıyla, bazen inatla doğrulurlar yerlerinden; unutulan her ne varsa âlemde hatırlatmak isterler. Ellerindekini, yüzlerce yıldır tozlanmış hakikatleri ortaya pervasızca saçarlar. Cümle âleme unuttuklarını hatırlatır bu duruş, bu hâl. Dedim ya, sahafın ölümü âlemin sessizliğidir, âlimin ölümüdür aynı zamanda.

Sahafın ölümü kütüphanelerin tarumar olmasıdır bir de. Kitaplı yolculuğunu nadir eserler peşinde koşarak başlatan müdavimler zamanla yarı sahaf olurlar. Kütüphaneleri de bir sahaf dükkânı gibi uçsuz bucaksızlaşır. Sonra eserlerini zor zamanlarda bozdurmak için satın aldıkları fiyatın yarısına boyun eğerler. Sahaftan müdavime, müdavimden sahafa doğru kitaplar yol alır. Bir zaman sahafın kütüphanesinde duran kitap başka bir zaman müdavimin kütüphanesinde ağırlanır… Bir de kütüphanelerin tarumar edilmesi vardır. Bu yağma sonunda dağılan kütüphanelerin kitapları gelip sığınır sahaflara. Sahafın ölümü öksüz bırakır kütüphaneleri, müdavimleri, kitapları…

Ellerini çabuk tutmalı sahaflar. Ölümsüzlüğün iksiri saklı duruyor kitapların sayfalarında, kütüphanelerin raflarında… Dönüp bakmadığımız, hiç ummadığımız bir yerde belki de. Elinde olan saklamasın, ifşa etsin ölümsüzlük sırrını… Sahaf İsmail’in, Hilmi’nin sessizliğini bozsun, yeniden kurulsun hayatın kurgulu oyuncağı. Dükkânları şenlensin cümle sahafın, kalkıp gelsin maziden yitip giden kitap müptelası simalar, müdavimler, dostlar…

Bunca yazılanlar yanlış anlaşılsın istemem. Derdimiz ölümden kaçmak değil… Hem ölümden kim korkar; ayrılık olmasa dostlardan, kitaplardan, sahaflardan…

 

Bayramlaşma merasimine davetlisiniz efendim.

Bugün arefe… Ağızlar oruçlu, gözler akşam güneşinde. Sahaf festivalinin çoşkulu kalabalığı şimdiden bayram sevincine kavuşturmuş gönülleri. Bu naif ve bir o kadar da coşkulu kitap muhibbinin heyecanına long play sesleri, taş plak hüzünleri ekleniyor. Sahaf Kurgu’nun dükkânından taşan maziye dair sesler Beyoğlu’nun en uzak köşelerine doğru yankılanıyor:

İstanbul şehri malın olsa
Ölümden öteye köy yok ya

Az ileride iki aşina yüz oturuyor. Sıcak çay tadında uzun bir sohbete girişmişler. Buyur ediyorlar sohbete… Fazla kalamıyorum orada. Beyoğlu Belediyesi Başkan Yardımcısı Özcan Tokel Bey’e cemiyet fotoğrafı çekilecek mi, malumatınız var mı, diye soruyorum. Notlarına bakıyor ve bir ihtimal, cumartesi olabilir, diyor. Ama her halükârda ev sahibimize, Başkan’a sormamız gerekir… İshak Baydaroğlu Bey her zaman olduğu gibi kitap merkezli projelerini paylaşmak heyecanında. Şatranc-ı Urefayı soruyor bana. Gülümsüyorum… Konuşmalarımız çay sohbetine gelen kitap meraklılarının seslerine karışıp çoğalıyor.

Yarın bayram… Emin Nedret Bey sahaflara bir münadi gibi sesleniyor: “İkinci gün saat dörtte bayramlaşma var…” Bu davet herkese. Beni de çağırıyorlar… İkinci gün yaşanacak bu merasime icabet etmek farz oluyor.

Bazı müdavimlerimiz soruyor, “ilk gün kurban kavurması olduğunu yazmıştınız, saat kaçta gelelim” diye. Onlara kapımızın bayramda da açık olduğunu, ifade ediyorum. Kavurma bahaneydi, kitaba buyurunuz, diyerek mecazi anlatımın bazen hakikati gölgeleyebildiğinden, bahsediyorum.

Festivalin sesleri çoğalıyor… İkindi güneşi altın sarısı bir güzellik katıyor meydana. Beşiktaş Sahaf’ın dükkânından Orhan Gencebay’ın feryadı duyuluyor:

Beni böyle sev seveceksen
Olduğum gibi göreceksen
Girme gönlüme girme ömrüme
Ne dertliymiş bu diyeceksen

Arefenin sevinci yansıyor gözlerimize. Mehmet Ruyan Bey’i Enderun’da görüyorum bir ara. Halit Ömer Camcı’yı Nar Sahaf’ta, Haluk Perk Bey’i Bahtiyar Sahaf’ta… Müdavimler bayram öncesi son ziyaretlerini yapıyorlar. Yayın erbabı editörler, fotoğraf tutkunları, koleksiyonerler ve sayısız okur. İkindiye kadar tam bir şölen havasına çeviriyorlar festivali. Akşam soğuğu gelince usul usul çekiliyor misafirler evlerine, sakinleşiyor meydan. Gezgin Sahaf Hasan’ın dükkânından Sadettin Kaynak taş plağın cızırtılı havasıyla sesleniyor yine:

Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!

Festivalin ışıklı meydanını ansızın bir türkü neşvesi kaplıyor… Neşat Ertaş’ın çığlığı duyuluyor meydanda… Sahaf Cenan Anadolu’dan festival için çıkıp gelen kitap sevdalısı müşterileri için açmış radyonun sesini. Yüzyıllık radyodan bin yıllık sesler yükseliyor:

Şu garip halimden bilen işveli nazlı
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Datlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen

Kitaplar dükkânlardan yeni kütüphanelerine doğru sevinçle yol alıyor. Sahaflar raflardan eksilen kitapları için üzgün… Bu ayrılık ve yeni menzile yolculuk deveranı içinde satılmayan kitapların bahtsızlığı orta yerde. Festivalde bir gün daha böylece tamamlanıyor. Yarın bayram… Bayramlıklarını kuşanıp gelecek çocuklar. Sahafları, bayram yerini ziyaret eder gibi gezecekler. Büyüyünce bu unutulmaz hatıra kalacak hayallerinde.


Bu haberler de ilginizi çekebilir:

 

Gecenin ilerleyen vaktinde dükkânların ışıkları birer birer sönmeye başlıyor. Evde çocuklar bayram için telaşlı. Sahaflar erkenden menzillerine ulaşmak için yola koyulmuş… Ben de çıkıyorum festivalden. Odakule’ye doğru yürürken bir anda bir münadinin sesi yankılanıyor festival meydanında: Duyduk duymadık, demeyin! Bayram’ın ikinci günü cümle esnaf, festivale uğrayan cümle kitap muhibbi bayramlaşmak için saat dört sularında bir araya gelecektir. Hacı Bekir’den ve sair şekerci esnafımızdan alınacak bin türlü lezzet, ikram nevinden kabulümüzdür. Duyduk duymadık, demeyin!..

 

 

Fotoğraflar Hakkında Not:

Mesleğe başladığım 1999’un haziranından Amerikaya taşındığım 2016’nın ağustosuna kadar fotoğraf makinemi bir gün dahi yanımdan ayırmadım. Çoğu zaman makinemle birlikte uyudum. Onunla uyandım. Bu ‘huyumun’ bana kazandırdığı en güzel şey hayatımın hemen hemen her günü ile ilgili fotoğraflarımın olması oldu. Yusuf abi ile geçirdiğimiz günler, birlikte yaptığımız projeler, gezginin ofisinde muhabbetlerimizde ve defalarca buluşmalarımızda makinem hep yanımdaydı ve hep onu fotoğraflamak gibi bir nasibim oldu… Bu yazının eşliğinde bu fotoğraflardan birkaçını göreceksiniz. Gördükleriniz dışında da Yusuf abiden aldığım bir terbiye ile çektiğim yüzlerce kare fotoğrafı da zaman içinde farklı mecralarda görme imkânı bulacağınızı umuyorum.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram