Yorulmak ve “Küçük Ağaç”

“Anlayış ile sevgi aynı şeydir.” derler küçük Cherokee’ye. Sevmediğini anlayamaz, anlamadığını sevemez insan, bu bilginin basitliğine rağmen bu kolay denklemin neden idrak edilemediği karıştırır kafanızı…

ALİN OZİNİAN 28 Ağustos 2022 GÖRÜŞ

Benimle yürümek ister misin Söğüt John?
Fazla uzağa değil… Konuşmayacağız.
Yılların acılığını da anlatmayacağız.
Belki güleceğiz bazen ya da gözyaşlarının nedenini bulacağız.
Ya da kaybolmuş bir şeyi ikimiz de arayacağız.
Küçük Ağaç’ın Eğitimi, Forrest Carter

Bazı kitaplar insanda hatırı sayılır bir iz bırakıyor. Geri dönüp tekrar okuduğumuzda izden daha fazlasını görüyoruz bazen. Kitabın, hayatlarımıza usulca nasıl da kılavuz olmuş olduğunu…

Okurken, bazı cümlelerin, zihnimizden hatta gönlümüzden koptuğu fikrine kapılıyoruz. Yazarın aklımızı okuduğunu düşünmekten ziyade, başkaları ile planlanmamış, hesaplanmamış bir ortaklık kurabilmenin, fikrimizin hatta hissiyatımızın onaylanmasının verdiği adını koymakta zorlandığımız bir duyguyu tecrübe ediyoruz bazen.

“Bir şey yitirdiğin zaman yorulmak iyi gelir.” diyordu Forrest Carter, “Küçük Ağaç’ın Eğitimi”nde.

Yitirdikten sonra mı kendimi yormaya başlamıştım, yoksa kitabı okuduktan sonra yitirmenin acısına sunulan bir alternatif panzehir olarak mı kabullenmiştim yorulmayı? Anlamayan çalışmıştım uzun süre. Hala düşünüyorum, cevabım yok.

Bir Çeroki Kızılderilisi olan beş yaşındaki Küçük Ağaç’ın annesini ve babasını kaybetmesinden sonra büyükannesi ve büyükbabası ile yaşarken başından geçenleri konu alan bu kitabı ilk kez lisede okumuş, çok sevmiştim.

Güç peşinde koşan beyaz adamların, Çerokileri umursamadan yok etmelerin anlatan bu kitap kuşkusuz bir tepki anlatısıydı. Diğer yandan, Küçük Ağaç’ın masumiyeti, soruları, hayata anlamaya çalışırken, yaşlılar, hayvanlar ve doğaya karşı duyduğu koşulsuz ilgi ve sevgi ise çarpıcıydı.

Küçük Ağaç’ı sevmemek imkansızdı.

Büyükbabasının ona verdiği dersleri, açıklamaya çalıştığı dünyayı, o dünyanın lanet düzenini ve doğanın hayranlık yaratan işleyişini kapsar kitap temelinde.

Beyaz adamların Çerokileri sömürmesini metaforlar üzerinden anlatılır. Aslında her şeyi metaforlar üzerinden anlatılır.

Oldukça sarsıcıdır bence kitap, yer yer gülümsetirken, kitabı kapatıp uzun düşüncelere dalmanızı sağlayacak kadar da kafa karıştırıcıdır. Dahası da var, ummadığınız bir anda sizi gafil avlar, bir bakmışsınız hüngür hüngür ağlıyorsunuz…

“Bir şeyden vazgeçersen, o zaman bir tür seyirci olursun.” cümlesi bile tek başına bir yaşam felsefesine dönüşür.

Kitabı ikinci kez okumaya, kızım 3 yaşındayken tekrar karar vermiştim. Sonuçta bu bir eğitim kitabıydı, anne gözüyle bir daha okumakta yarar vardı. Henüz ilk sayfalarda kitabın biz “büyüklere” daha çok lazım olduğunu, büyüdükçe unuttuğumuz, reddettiğimiz şeyleri hatırlamak için önemli bir vesile olacağını anlamıştım.

Çocuklar bizim zaman içinde kaybettiklerimizi zaten sahiptiler. Bildiklerini onlardan çalmamamız, yaptıklarını onlara yasaklamamız için iyi bir hatırlatıcıydı sadece…

Çerokilerin, uğradıkları zulümlerin ardından ölen yakınlarını beyaz adamların arabalarına koymayı reddetmeleri; başlarını eğmeden sevdiklerinin bedenlerini sırtlanan kadınların, kundakta ölü bebekleri kollarında günlerce taşıyan büyük kardeşlerin tasvir edildiği bölümler sarsıcı olduğu kadar, patırtı gürültü yapılmadan yaşanan yasın, kırılmayan gururun ne kadar güçlü bir saygı hak ettiğini gösteriyordu.

Gurur kitapta üzerinde durulan en önemli noktalardan biriydi.

Örneğin bir Çeroki Kızılderilisinin ürününü satmak için bırakın pazarlamayı, tek bir kelime bile söylemeye tenezzül etmemesi, satmak istediği malı beyaz adamın önüne koyması, alıp-almayacağını beklemesi ve ardından talep olmadığında ise alıp geri götürmesi beyaz adamın anlayabileceği bir şey değildi.

Beyaz adamlar bunu “getirdikleri hediyeyi daha sonra götürüyorlar” şeklinde idrak ediyordu oysa bir Çeroki armağanını sahibinin bulabileceği bir yere bırakarak, hediye vermeyi merasimsiz, gösterisiz, mütevazılık ile yapıyordu, biz kitabı okuyanlar biliyorduk bunu.

Üniversite’nin ilk yıllarında Siyaset Bilimi dersindeki hocamız “Hayatta sizden istenmeden önce bir şeyi vermek doğru değildir, bu uluslarası ilişkilerde de böyledir” demişti. Neden diye soranlara cevabı kısaydı: “İstemeden verirseniz size borçlanmazlar.”

Böyleydi işte beyaz adam, karşındakini utandırmadan yardım etmek değildi derdi, borç defterini kabartmaktı. Zarif görünümlü tam bir vahşiydi aslında.

Modern insanın yaşam tarzına, düşünce yapısına, düşüncelerine hatta duygularına derin bir tepki ve eleştiri vardır kitapta. Doğayla mücadelenin değil, doğanın bir parçası olmanın verdiği duyguyla ona uyum sağlamanın ne denli önemli olduğunu açıkça söylemeden anlatır.

Bir Çeroki çocuğun deneyim, gözlem ve taklit yoluyla aldığı eğitimi anlatan yazar, aslında kendi otobiyografisini yazmıştır. Kitaptaki kahraman “Küçük Ağaç” Forrest Carter’dır. Carter’ın çocukluğunu okurken, eğitim için en elverişsiz yerin okullar olduğu fikrine kapılabilir insan.

Okuma yazma bile bilmeyen bir dede ve zor zar bir kaç sayfa kitap okuyabilen bir ninedir Küçük Ağaç’ın “öğretmenleri”. Teorik bilgi ile pratiği, yani tecrübeyi yarıştırıp, tecrübeyi galip ilan eder bu kitap bence.

“Anlayış ile sevgi aynı şeydir.” derler küçük Çeroki. Sevmediğini anlayamaz, anlamadığını sevemez insan, bu bilginin basitliğine rağmen bu kolay denklemin neden idrak edilemediği karıştırır kafanızı…

“Kendimi kötü ve boş hissediyordum… Büyükbaba, sevip de kaybettiğin her şey sana bu duyguyu verir, deyip ekledi: Bundan kurtulmanın tek yolu hiçbir şeyi sevmemektir fakat bu daha da kötüdür çünkü o zaman sürekli boşluk hissedersin.”

Çok şey öğretir Forrest Carter bize otobiyografisinde. Kaybetmekten korkmamayı, denemenin muazzam hazzını Küçük Ağaç ile birlikte bize de anlatır …