Soykırımın sekiz aşaması

ALİN OZİNİAN 17 Mayıs 2020 YAZARLAR

Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım;
çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım;
çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim;
çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.
-Martin Niemöller-

Seçmenin iradesine yine kayyum atandığı, toplumun “belirli bir kısmına” yine açık ölüm tehditleri savrulduğu günler geçiriyoruz.

HDP’nin seçimle kazandığı 65 belediyeden geriye 14 kaldı. Kalanlar da topun ağzında, hatta sıranın İstanbul, Ankara, İzmir’e gelmesi hiç de sürpriz olmayacak.

Fatih Tezcan “Bir daha sokağa çıkarsak listelerden, kimleri toplayacağımızdan haberiniz var mı; karınızı, çocuğunuzu nasıl koruyacaksınız? Erdoğan’ın bir damla kanına milyonlarca kan dökülür bu ülkede!” diyor.

AKP Gençlik Kolları eski genel başkanı İsmail Karaosmanoğlu ise bir mangayı donatacak kadar silahı olduğunu söylüyor. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi eski başkanının oğlu bunu diyen, sokaktan geçen alelade biri değil.

Sosyal medyadaki “milli hesap” kullanıcıları “bir şeyler değişirse” muhalif kadınları nasıl “paylaşacakları” derdine düşmüş. Gazeteci kadınlara düşman hepsi ama en çok da Canan Kaftancıoğlu’na. Düşünen, konuşan, cesur kadın sevmiyorlar.

Sevda Noyan’ın “15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Bizim aile 50 kişiyi götürür” tehditleri hala kulaklarımızda. Henüz sindiremeden RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in, Noyan için kanala ceza verilmemesi gerektiğini dinledik şaşkınlıkla.

Hala şaşırabiliyoruz, bu bir anlamda güzel aslında.

Şahin’in “Çok büyütülecek bir konu değil” dediği konuşmasında bir de mesaj verdi “darbeci sevindirecek değiliz!”.

Yaklaşan günlerde böyle yeni bir suç da yaratabilir; “darbeci sevindirmekten” yargılayabilirler insanları.

Sevda Noyan, Fatih Tezcan ve İsmail Karaosmanoğlu gibilerinin açık bir amacı var. “Hoşlarına gitmeyen” insanları önce etiketlemek, toplumun gözünde daha da kötüleştirmek ve cezalandırmak gerektiğini ilan etmek. Tabi yukarılardan geliyor bu haleti ruhiyenin besini. Hep öyle oldu.

Bu yaşadığımızın ne olduğunu daha iyi anlamak için, 1996’da Soykırım Gözlem Örgütü başkanı Gregory Stanton’ın “Soykırımın Sekiz Aşaması” isimli raporuna göz atmakta yarar var.

Bu raporda soykırımın sadece imha ile başlamadığı, aşama aşama geliştiği ve aslında bu anlamda soykırımların öngörülebilen özellikleri olduğu anlatılıyor.

Bu öngörülen aşamaların tespiti aslında sürecin engellenmesi açısından da çok hayati. Kısaca bu aşamalar görüldüğünde “geliyorum” diye bağıran suçlar engellenebilinir. Hatta o grubu korumak için uluslararası uyarılar ve önlemler bile alınabilinir.

Rapora göre 8 aşama şöyle:

1. Sınıflandırma: İnsanlar ‘bizler’ ve ‘onlar’ diye bölünür.
2. Simgeleme: Nefretle birleştiği zaman simgeler dışlanan grubun gönülsüz üyelerine dayatılabilir.
3. İnsanlığı inkâr: Bir grubun üyeleri diğer grubun insanlığını inkâr eder. Grubun üyeleri hayvanlar, parazitler, böcekler ya da hastalıklarla özdeşleştirilir.
4. Örgütlenme: Soykırım her zaman örgütlüdür. Özel ordu birlikleri ya da milisler genellikle eğitilir ve silahlandırılır.
5. Kutuplaşma: nefret grupları kutuplaştırıcı propaganda yapar.
6. Hazırlık: Yok edilecekler etnik ya da dinsel kimlikleri nedeniyle belirlenip ortaya çıkarılır.
7. İmha: Girişilecek operasyon katillerin gözünde “imha”dır. Çünkü kurbanlarının insan olduğuna inanmazlar.
8. İnkar: Failler genellikle herhangi bir suç işlediklerini inkâr eder.

Türkiye’de devlet ideolojisi, basının tavrı ve kamuoyunun “hassasiyetleri” düşünüldüğünde, sayılanlar ne kadar tanıdık değil mi? İnsanlar böyle düşmanlaştırılmadı mı? İrili ufaklı katliamlara hep böyle zemin hazırlanmadı mı?

Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, belirli bir insan topluluğunun; milliyeti, ırkı, etnik kökeni veya dini dolayısıyla tümünün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetinin bulunması gerekir.

Soykırım kavramının tanımlanmasının ve suç olarak kabul edilmesinin mimarı Rafael Lemkin’dir. Polonya’da doğan bir Yahudi olan Lemkin henüz 21 yaşındayken Ermeni Soykırımı’nın baş mimarı Talat Paşa’nın, 1921’de Ermeni intikamcı Tehlerian tarafından öldürülmesinin ardından Berlin başlayan “Tehlerian Davası’ndan” çok etkilenir.

Üniversite’deki hocalarından biri ile yaptığı sohbete Lemkin, Talat Paşa’nın eylemleri nedeniyle yargılanıp yargılanamayacağını sorar. Hocası “Kümesi ve tavukları olan bir çiftçi düşün. Adam tavukların öldürebilir. Başkası müdahale ederse bu haneye tecavüz sayılır.” dediğinde dehşete düşer.

“Ama Ermeniler tavuk değil!” der Lemkin.

Lemkin artık “gerçeklikten” şüphe etmeye başlar, hocasının yanıtları anlamını yitirir onun nazarında. “Tehlerian bir kişiyi öldürünce suç ama Talat’ın bir milyondan fazla insanı öldürmesi nasıl suç değil!” diye düşünür ve isyan eder. Bunun duyduğu en büyük tutarsızlık olduğunu düşünür.

Davayla ilgilendikçe Ermenilerin nasıl kökünün kurtulduğunu anlamaya başlar. Öğrendikleri Lemkin’in hayatını değiştirir, filoloji eğitimini yarıda bırakır ve ve hukukçu olmaya karar verdi. Adaletsizliğe karşı bir savaş ilan eder kendi içinde.

Yıllar sonra Lemkin için “Egemenlik hakkının milyonlarca masum insanı öldürme hakkı olduğuna inanmıyordu.” denilir.

Aradan yıllar geçer, II. Dünya Savaşı ülkesi Polonya’yı alt üst eder. Holokost sürecinde sadece Yahudi oldukları için ailesinden 50 kişi öldürür. Lemkin, 1944’te “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Egemenliği”nde kitabında bu suçun adını ilk kullanır: Soykırım.

1948’de Soykırım suçu kabul edilir. 1949’da bir söyleşinde bu konuyla nasıl ilgilenmeye başladığı sorulur “ İlgilenmeye başladım çünkü birçok kez oldu, önce Ermenilerin başına geldi, ardından da Hitler harekete geçti.” der.

Lemkin’in bu sözünde suçların tanınmadığı ve cezalandırılmadığı takdirde devam edeceği anlamı gizlidir.

Türkiye’de korkutucu bir yükseliş gösteren insanları ötekileştirme ve hedef gösterme gittikçe tehlikeli hale gelmekte. Yok etme çağrısında bulunanları belli ki daha önce “haklarından gelinen” konusundaki cezasızlıktan alıyorlar cesaretlerini ve güçlerini.

İçinde bulunduğumuz durumda en çok ana muhalefete, yani ülkenin eski sahibi seküler Türklere iş düşüyor. CHP artık cesaretli olmak ve AKP’nin gerçekten karşısına geçmek zorunda. Yerli ve milli muhalefet yapmaktan, kraldan çok kralcı olmaktan hemen vazgeçmeli.

“Diğerleri” için değil, kendi için. Çünkü sıra kendisine geldiğinde sesini çıkaracak kimse kalmayacak.