Türkiye’yi bekleyen tehlike: Tek adamlar devleti nasıl aptallaştırır?

Dünya tarihi büyük değişimlere gebe. Bu dönemde Türkiye’nin tek adam rejimiyle yönetilmesinin sonuçları ağır olacak. Bugün Rusya'nın başına gelenlerin yarın Türkiye’nin de başına gelmeyeceğini kimse garanti edemez.

ÖMER MURAT 16 Mart 2022 HABER ANALİZ

Türkiye ve Rusya tarihen pek çok açıdan birbirine benzeyen iki ülkedir. Avrupa tarihinde genellikle “Doğu” denildiğinde atıfta bulunulan iki büyük sınır ülkesi vardır ve bunların oluşturduğu askeri tehditler kıtanın yakın çağlarda siyasi bir birliktelik oluşturmasında etkilidir. İnalcık bunu şöyle anlatır: “Modern Çağ’a gelindiğinde, Avrupa zaman zaman Doğu’dan gelen iki hayati tehlike altında birleşmek, birleşik bir cephe halinde teşkilatlanmak ihtiyacını duymuştur. 1350-1690 döneminde bu tehdit güneydoğudan Osmanlı Türklerinden geliyordu. 1699’dan sonra tehdit Rus İmparatorluğundan, Çarlık Rusyası’ndan ve Komünist Rusya’dan geldi.”

Moskova prensliği, uzun Moğol dönemi sırasında, Slavların antik başkenti Kiev’in kuzeyindeki uzak ormanlarda ortaya çıkar. Tatar Hanına karşı daha akıllı ve uzlaşmacı bir siyaset izleyen Moskova prensinin gücü artırılır, yerel halktan vergi toplamasına izin verilir. 15.yy sonu itibariyle Moskova prensleri bağımsızlık talep edecek denli güç kazanırlar. Korkunç Ivan döneminde (1462-1505) Tatar boyunduruğu atılır ve etraftaki Rus devletçikleri hâkimiyet altına alınarak Moskova Knezliği kurulur. Bu devlet Rusya olarak tanınacaktır.

Görüldüğü üzere Rus ve Türk tarihleri sadece Avrupa’nın komşusu olarak değil, Orta Asya bozkırlarıyla kültürel münasebetleri açısından da benzeşirler. Rus Çarları, Kazak ve diğer Orta Avrasya kabile topluluklarıyla ilişkilerinde hanlık modelini açıkça tatbik ederler; Orta Avrasyalılar Rus hükümdarını “ak kağan” olarak görür. Avrupa’nın ücra bir kıyısında yer alan Moskova, “Aydınlanma” olarak tanımlanan gelişmelerden etkilenmez. Bugünkü Belarus ve Ukrayna’nın olduğu bölge, Rönesans ve Reform hareketlerinin kıtada etkileyebildiği en uç kesimlerdir. Moskova’nın Moğol idaresine doğrudan bağlı olmasının izlerini Rus siyasi kültürü derin bir şekilde taşır. Örneğin kaftan ve sarıklarla Asyalı tarzda giyinirler, uzun saç ve sakallar bırakırlar. Prensle görüşmeden önce herkes alnını yere değdirecek şekilde eğilir. 18.yy sonuna kadar doğu toplumlarında olduğu gibi kadın ve erkekler sosyal hayatta birbirlerine karışmazlar. Kadın dışarı çıktığında iyice örtünür.

Leton tarihçi Uldis Germanis’in, Moskova Knezliği’nin Avrupa tarihinde sahneye çıkışını anlatış şekli, Doğu Avrupalı halklar bakımından Rus gerçeğinin ne şekilde algılandığına öğretici bir perde aralar: (Benim çevirimle) “İki yüzyıldan daha fazla bir süre boyunca, Rusyalı asiller, Tatar hanları önünde eğildiler ve bu dönemde şunu öğrendiler; halk idarecinin ayakları altındaki tozdan daha fazla bir şey değildir. Tatar hanı her şeydir, diğer herkes hiçbir şeydir. Ancak Hana en kurnaz şekilde yaltaklananların, mülkünde başarılı olma şansı olabilir. Yüzyıllar boyunca alınan bu dersler Rus fikrine çok derin bir şekilde işler.”

Putin’in devlet başkanlığı yemin töreninden… (2018)

Avrupa’da yaşayan bir Rus tarihçi olan Vladimir Gel’man, Putin’in neden Ukrayna’yı işgal etme kararı aldığına ilişkin düşüncelerini şöyle açıklıyor: Kremlin’de stratejik kararlar alınırken hangi mekanizmaların işletildiğine ilişkin bilgimiz çok azdır. Bu belirsizlik, pek çok değerlendirme ve öngörülerin kaçınılmaz şekilde yanlış olması sonucunu doğurmaktadır. Sadece Rusya’nın değil, dünyanın da başına pek çok bela gelmesine kapı aralayan bu kararın alınmasındaki en önemli faktör, Rus otoriterliğinin lider odaklı yapısıdır. Otoriter rejimlerin karar alma süreçleri ülkedeki ifade özgürlüğünün eksikliğinden zarar görür. Çünkü bu alternatif bilgi kaynaklarını, farklı bakış açılarını kıyaslayabilme imkanlarının noksanlığı demektir ve bu şartlar altında kararlar farklı yaklaşımların rekabetinin getirdiği kaliteden yoksun kalırlar. Otokrasilerde liyakatli uzmanların yerini “Bize zeki adam değil, sadık bendeler lazım” kuralına göre seçilen kişiler alır.

Gel’man’a göre Rusya’da özellikle dış politika uzmanlığı alanında bu durum çok barizdir: Son dönemlerde Batı’yla radikal bir çatışmayı savunanların sesleri daha çok çıkarken, daha makul yaklaşımlar geri plana itildi. Hazırlanma sürecinin kapalı bir atmosferde gerçekleştirilmesi, kritik kararların kalitesini düşürdü. Lider odaklı otokrasiler, tek-parti rejimlerinden bile karar alma süreçlerindeki kurumsallaşmanın çok aza indirgenmiş olmasıyla ayrışırlar. Böylece lider neredeyse sınırsız bir keyfilikte hüküm sürebilmektedir. Bugün Rusya’da kamu idaresinin ana amacı ve işlevi “rant kollamadır.” Bu koşullarda savunma ve dış politika yapım süreci, kötü kurumsal yönetimin tüm kusurlarından en fazla etkilenen yerlerdir. Kontrol mekanizmalarının işlememesi nedeniyle, “devlet sırrı” örtüsü altında icra edilmeleri, hesap hatalarının, yanlış kararların saklanabilmesini sağlar.

Gerçek uzmanlığın olmaması ve bilgilerin açıkça yanlış değerlendirilmesi nedeniyle, karşı tarafa (ülkelere) ilişkin düşünceleri klişeler ve korkuların tekrarlanmasıyla üretilen şeyler oluşturur. Mesela: “Afganistan’daki Amerikan kuklaları, askeri tehdit altında kalınca hemen kaçıp hamilerine sığındı ve o hamileri de artık onları destekleyecek gücü kendilerinde bulamadı. Ukrayna hükümeti de Batı’nın kuklasıdır, Rus ordusunu karşısında görünce hepsi ülkeyi terk edip soluğu Batılı hamilerinin yanında alacaktır.” Ukrayna ve Rus halklarının tek bir millet, Ukrayna’da Rusya yanlısı hissiyatın güçlü olduğu gibi değerlendirmeler de benzer bir düşünüş altyapısına sahiptir.

Bu düşünüş tarzında, geçmiş parlak günlere dönüleceğine dair gerçekçi olmayan beklentiler hakimdir, bunun aksini iddia eden bilgi ve değerlendirmeler üzerinde ciddiyetle durulmaz, bu nedenle karar alma süreçlerini etkilemez.

Ukrayna’ya saldırı kararı alınmasında 2014’de Kırım’ın ilhakı sonrasında yaşananlar belirleyicidir. Putin’in gözünde bu olay bir “başarı hikayesidir”: Rus halkı yüksek oranda destek vermiş, Ukrayna Kremlin’e karşı askeri açıdan direnme gücü bulamamış ve Batı’nın tepkileri o kadar da ağır olmamıştır. Putin rejimi ABD ve Avrupa’da kendisini destekleyen güçlü lobilerle ilişkisi sayesinde, kendisi için çok daha tehlikeli yaptırımları savuşturabilmiştir. Bu başarı Putin’in cesaretini artırdı, Batı’nın (ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi, ABD Kongre binasının protestocularla basılması, Brexit gibi) son dönemde yaşadığı sorunlar artık derin ve geri döndürülemez bir gerileme içerisinde olduğu, bu haldeki bir Batı’nın Rusya’ya karşı kararlı bir duruş sergilemeyeceği kanaatini güçlendirdi. Tüm bu nedenlerle Putin, Batı’nın Ukrayna’nın işgaline vereceği tepkiyi doğru hesaplayamadı, onun beklentisi her şeyin 2014’deki gibi ama daha büyük ölçekte gerçekleşeceği şeklindeydi. Ama “aynı nehirde iki kez yıkanılamacağı” gerçeğiyle yüzleşti.

Gel’man, Putin rejiminin yaşadıklarından hangi dersleri çıkardığının hala belli olmadığı için ileride çok daha zarar verici kararlar alabilme ihtimalinin bulunduğunu belirtiyor.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgale yönelik sürdürdüğü askeri harekat sırasında sivil kayıplar da günden güne artıyor.

Stalin biyografisiyle tanınan Rusya uzmanı tarihçi Stephen Kotkin’in Putin’in Ukrayna’yı neden işgal ettiğine ilişkin söyledikleri de paraleldir: “Kararları tamamen kendisi alan bir otokratla, bir despotla karşı karşıyayız. Başkalarından bilgi alıyor mu? Belki. İç işleyişin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Ona duymak istemediği bilgileri getiriyorlar mı? Bu pek muhtemel değil. Herkesten daha iyi bildiğini mi düşünüyor? Muhtemelen öyle. Kendi propagandasına, komplocu dünya görüşüne kendisi de inanıyor mu? Bu da çok muhtemel. … Bütün bilgileri almadığını düşünüyoruz. Sadece duymak istediklerini alıyor. Her halükarda kendisinin daha üstün ve zeki olduğuna inanıyor. Bu, despotizmin sorunudur. Bu nedenle, despotizm, hatta otokrasiler aynı anda hem çok güçlü gözükürler, hem de çok kırılgandırlar. Despotizm kendi sonuna yol açan şartları kendisi hazırlar. Bilgi kötüleşir, ‘evet efendim’cilerin sayısı artar. Düzeltici mekanizmalar azalır ve hatalar çok kritik sonuçlara yol açar.”

Ukrayna uzmanı ABD’li tarihçi Timothy Snyder perdeyi bizim için biraz daha aralamaktadır: “Rus devleti, başlarında bir oligarkın bulunduğu bir oligarşik zümre tarafından kontrol edilmektedir. Söz konusu olan sadece olağanüstü gelir eşitsizliği değildir, temelde hukukun üstünlüğü de yoktur. Bu bakımdan normal anlamda bir iç siyasetten bahsedilemez. Peki ne vardır? Tumturaklı laflar vardır. Birlik tasavvuru, törenler ve savaşlar, geriye kalan bunlardır. Eğer millet olmak hakikatte günlük üretilmesi gereken bir oydaşma ise ve bu normal yoldan gerçekleştirilemiyorsa, devletin başka bir şey bulması gerekir. Devlet “Bizim sorunumuz bir kişinin 100 milyar dolar servete, bir avuç insanın ülkenin zenginliğinin çoğuna sahip olması değildir. Bizim sorunumuz bu değil. Bizim sorunumuz Ukrayna’ya sahip olmayışımızdır.” der. Böylece bu bir nevi marşa dönüşür. Cazibeli bir şiire dönüşür.”

Erdoğan rejimiyle benzerlikler ürpertici seviyededir. Gerek iktidara yakın medyada yazanlar, gerekse Cumhurbaşkanı Danışmanı gibi unvanlara sahip bazı kişilerin açıklamaları, dış dünyayı algılamada benzer çarpıklıkların varlığına işaret etmektedir. Kritik savunma ve dış politika yapım sürecinde kararların nasıl alındığı belli değildir. Mesela Rusya’dan S-400 alınması gibi Türkiye’nin eksen değiştirme teşebbüsü olarak görülen kritik bir kararın hangi gerekçelere dayandığını kimse bilmemektedir. Bu konuda resmen ileri sürülen sebeplerin hiçbiri tutarlı olmadığından uzmanlar için açıklayıcı bir değer taşımamaktadır. Erdoğan’ın bu kararı alırken sonuçlarını da yanlış hesapladığı, ABD’nin F-35 gibi kritik bir programdan Türkiye’yi çıkaracağını öngöremediği ortaya çıktı. Oysa bunlar uzman kişilere danışması halinde tahmin edilemeyecek gelişmeler değildi..

Keza “gerilemeye başlayan Batı’nın işinin bittiği”, bu nedenle Erdoğan rejiminin yükselmekte olan Avrasya otokrasileriyle kurduğu yakın münasebetler sayesinde Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinin bozulmasından dolayı ciddi sonuçlarla yüzleşmeyeceği gibi düşünceler, hatta “geçmiş parlak günlere dönülmek üzere” olduğu iddiası birbirinin tekrarı gibidir. Putin Rusyası’ndaki gibi, Erdoğan Türkiyesi’nde de hukukun üstünlüğünden bahsetmek mümkün değildir, ekonomik krizin şiddetlenmesiyle birlikte gelir eşitsizliği her geçen gün korkutucu boyutlarda artmaktadır. Otokrasi hastalığı Türkiye’de de Rusya’dakine benzer semptomlar göstermektedir: Devlet kurumsal gücünü kaybederek “aptallaşmak”ta, çevresinde olup biteni doğru okuyamadığı için kendisine zarar verecek siyasetler üretmektedir.

Putin ve Erdoğan

Dünya tarihinin büyük değişimlere gebe olduğu, oldukça sancılı bir sürece girdiği konusunda neredeyse bir fikir birliği var. Böyle kritik bir dönemde, Türkiye’nin tek adam rejimi altında yönetiliyor olmanın tüm hastalıklarıyla malul bulunmasının sonuçları, maalesef, ağır olacaktır. Kurumların en etkin şekilde işletilerek devlet gemisinin karşı karşıya kalacağı devasa dalgalarla baş edebilmeye hazırlıklı hale getirilmesi gerekirken, her şey, etrafını duymak istediklerini kendisine söyleyen insanlarla doldurmuş bir tek adamın iki dudağı arasındadır. Bunun sonuçlarıyla bugün Rusya acı bir şekilde yüzleşmektedir. Yarın aynı akıbetin Türkiye’nin de başına gelmeyeceğini ne yazık ki kimse söyleyemez.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com