Ölümle savaş, ölüm ve savaş

Son bir haftadır savaşı yansıtan medyanın faşist diline maruz kaldık. Savaşta ölmenin mağduriyet için yetmediğini, teninizin renginin egemeninki ile aynı olması gerektiğini ima eden haberler dinledik. Aksi halde direnişinizin bir kıymeti yoktu. Öte yandan ten renginin de yetmediğini Bosna savaşında görmüştük.

FİRDEVS CANBAZ YUMUŞAK 06 Mart 2022 GÖRÜŞ

İnsan öleceğini bilerek ama öte yandan da hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. “Ölüm üzerine düşünmeden insanla ilgili herhangi bir şeyi aydınlatmak imkansız. Ölümün esrarı her şeyin üstünde,” diyor Svetlana Aleksiyeviç. Malum COVID-19 nedeniyle ölüm son zamanlarda modern insanın her gün gündemindeydi. Acaba virüs kapıp ölür müyüm, sevdiklerimin başına bir şey gelir mi endişeleri ile geçen iki yıl, dünyanın her yerinde devam eden savaş, göç ve sürgünlerle gelen ölümler, ve nihayet geçen hafta başlayan Ukrayna işgali. Ölüm kol geziyor.

İki hafta kadar önce hastanede, ölüm döşeğinde son kez gördüğüm dostum Julie, büyük bir teslimiyet ile karşıladı ölümü. Kısa ve zor sohbetimizin sonunda “İyi bir hayat yaşadım,” dedi. Odada bir dinginlik ve sükunet vardı. Birkaç gün sonra da haberini aldım. Onun ve ailesinin ölüm karşısındaki tavrı, zaten geleceği bilinen bir misafire hazırlık gibiydi. Sait Faik’in “Semaver” öyküsünde olduğu gibi Julie’ye ölüm “bir misafir, bir başörtülü, namazın­da niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi”. Ve yine Sait Faik’in dediği gibi “ölüm bildi­ğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o ka­dar”.

Uzun yıllar bizimle kalan Alzheimer hastası anneannemi bir ikindi vakti yatağında kaskatı kesilmiş bir şekilde bulduğumda aynı şeyi düşünmüş ve hissetmiştim. İnsan bedeni, içinde ruh ve nefes olmadan kaskatı bir şeydi. Ölüm soğuktu. Gençlik yıllarımın en sarsıcı ölümü ise arkadaşımız Zafer Ekin Karabay’ın intiharı olmuştu. Hepimiz sarsıldık. Ölümünün ardından Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki anma toplantısında okunan geride bıraktığı mektubundaki “madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum” cümleleri hep takılı kaldı zihnimde.

ÇILGIN BİR ÇAĞIN ORTASINDA

Televizyonda, sosyal medyada an be an izlediğimiz bir savaşla karşı karşıyayız. Çılgın bir çağın ortasında. Ekrandan ölüm haberleri geçiyor. Yaralılar, çatışmalar… Her yerden ölüm sızıyor hayatımıza. Rasim Özdenören’in ölümü konu alan “Mor Sinekler” öyküsündeki gibi, “Ölüm gelmeye başladı döşemenin yarıklarından pencerelerin aralıklarından.” Kadınlar ve çocuklar ülkeyi terketmeye çalışırken erkekler ülke savunması için geride kalıyor. Çıkamayanlar sığınak ve bodrumlarda hayatta kalmaya çalışıyor. Çocuklar, en çok çocukların hali vicdanları sızlatıyor. Hem akıllarını, hem kalplerini, hem de bedenlerini aşan bu ağır yükleri nasıl taşıyacaklar ve savaşın açtığı yaralar nasıl kapanacak sorusu hep orada. Bütün dünya durmuş seyrediyor ama bu soruları cevaplayamıyoruz.

Rus kültürüne, sanatına ve edebiyatına yönelen çılgın yaptırımlarla Dostoyevski, Tolstoy, Tarkovsky yasaklayarak rövanş aldığını düşünen izansız tepkiler sadece. Herkes çıldırmış gibi. 2015’te Nobel Edebiyat Ödülü alan, Ukraynalı bir anneden dünyaya gelen Svetlana Aleksiyeviç’in, Kadın Yok Savaşın Yüzünde adlı kitabında “Okulda bize ölümü sevmeyi öğrettiler. Falan şey uğruna ölmeyi nasıl da istediğimize, hayal ettiğimize dair kompozisyonlar yazardık,” cümleleri bana hiç yabancı gelmedi. Bir ideal, bir dava uğruna yaşamayı değil ölmeyi kutsallaştıran bir tavır bu. Hem bir çocuk için ölüm nedir ki?

Rasim Özdenören’in “Mor Sinekler” öyküsünde çocuğun gözünden babasının ölümü anlatılırken çocukların ölümü algılayışı ve oyunlarının dili öyküyü şekillendirir. Öyküde sekerat halindeki babanın baş ucunda dua edilir. Dua eden hafızın cümleleri Said Nursi’nin Mektubat adlı eserinden alınmıştır ve öykünün bütünlüğü içinde bir ahenk oluşturur. Ölüme dair bu cümleler, uykuya dalan çocuğun belli belirsiz aklında kalır ve sonra çocuk bu cümleleri, anlamlarını pek de anlamadan yaşıtlarına tekrar eder: “Ölüm bi şey değil dedim kızlara birdenbire Sonra birden aklıma geldi Ölüm yokluk değil dedim ne dediğimi bilmeden.”

SAVAŞTAN SONRA EDEBİYAT

Yakup Kadri, “Harp ve Edebiyat” (1919) adlı makalesinde, savaştan sonra nasıl bir edebiyat üretimi olacağını sorguluyordu. Neyi nasıl anlatacağız, ne söyleyeceğiz? Bu soruları uzun zamandır soruyorum kendime. Bu ne ilk ne de son savaş malum. Son bir haftadır savaşı yansıtan medyanın faşist diline de maruz kaldık ve savaşta ölmenin mağduriyet için yetmediğini, teninizin ve gözünüzün renginin egemeninki ile aynı olması gerektiğini ima eden haberler, açıklamalar dinledik. Aksi halde ölümünüzün de direnişinizin de bir kıymeti yoktu. Öte yandan ten ve göz renginin de yetmediğini Bosna savaşında görmüştük. Avrupa’nın ortasında yaşanan bu savaşa kimse dönüp bakmamıştı. Edebiyat bunun da kaydını tuttu. 1990’lar Bosna’sını ve Bosna savaşını anlatan Bosnalı yazar Ismet Prcic’in otobiyografik özellikler gösteren romanı Shards sadece bir örnek. Romanda, yazarla aynı ismi taşıyan savaşa şahit olmuş bir insan, çatışmalarla ayrılmış ve parçalanmış bir aile olmanın, hayatta kalmanın suçluluğunu, göçmenliği, özgürlüğe uyum sağlamak için mücadele etmenin nasıl bir his olduğunu anlatıyordu.

Bosnalı, Suriyeli, Iraklı mülteciler için hayat da edebiyat da devam etti, Ukraynalı mülteciler için de yine devam edecek. Kayıplar ve yaralar zamanla sarılacak ama izler kalacak geride.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com