Kendimizi bilmemiz hayatı kolaylaştırır

Azınlıklar, ötekileştirilenler ve dışlananlar “şanslı” da sayılabilir. Daha olgun, hatta arif ve bilge olurlar. Dünyayı ve insanları daha iyi tanırlar. Bir bedel öderler, ama kazanımları yalnız bilgi değildir, bilmenin sağladığı güven ve tatmin de kazançtır.

HERKÜL MİLLAS 24 Ağustos 2022 GÖRÜŞ

“Kendini bil” sözü Antik Yunan’dan beri farklı anlamlarda kullanıldı. Kimi zaman “haddini bil ve böbürlenme” anlamında, Orta Çağlar’da “insan kendinde Tanrı’yı bulur” anlamında, kimi zaman da, özellikle son onyıllarda “insanı anlamazsan gerçeğe varamazsın” anlamında. Protagoras’ın 2400 yıl önce söylediği “her şeyin ölçütü insandır” sözü ile ilişkilendirilince, kendini bilmek bir bakıma rölativist felsefeye bir gönderme sayılabilir: “gerçek”, insandan insana değişir ve ancak bizim kabul ettiğimizdir gerçek. Yani kendimizi anlamak görüş ve inançlarımızı daha doğru değerlendirmek demektir.

Ancak çevremizi anlamaya çalışan bizler, aslında bu çevrenin ürünüyüz. Çevremiz bize “bilgi” sağlar, nasıl düşüneceğimizi öğretir, değerlerimiz oluşturur; ve biz çevremize artık bu çerçevede bakarız. Milli devletler döneminde de “milli” düşünmeyi öğreniriz. Yani bir kısır döngü söz konusudur: Çevremiz bizi sözde “bilinçlendirir”, biz de artık çevremize ona göre bakarız.

Ama bizi çevremiz biçimlendiriyorsa, bu çevreyi aşacak güç bize nereden sağlanacak? Bize aşılananın tersi nereden ve nasıl doğacak?

Milliyetçi dönemde, bir milli devlet içinde büyüyen bizler, milli eğitimin, anlayışın, estetiğin ve alışkanlıkları içinde büyürken zaten bir tür milliyetçi kimseler olmuşuzdur; en azından “uyumsal milliyetçi” kimliğimiz olmuştur. (7 ve 14 nolu yazı). Bu kimliği aşıp farklı bir anlayışa, algıya ve hatta kimliğe ulaşmanın mekanizmaları nasıl oluşacak?

Çizim: Studio M

Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Bir kimsenin içinde yaşadığı toplumun ve zamanının etkisinde değilmişçesine davranmasının çok zor ve seyrek gözlenen bir durum olduğunu, herkes gibi ben de görüyorum. Belki çevremizi aşmamız olanaksız denecek kadar zordur ama eksikliklerini görmemiz daha muhtemeldir. Bu konuları çok iyi bilen Daniel Kahneman’in temel görüşüne göre insanların beyinleri iki “sistemle” çalışır. Birincisi, insanın duygusal düşünce biçimidir ve bu sistem hızlı sonuçlara varır – bunlar bizim temel yargılarımızdır. İkinci sistem ise “mantıklıdır”, ağır çalışır ve …. duygularımızın haklı ve geçerli olduklarını kanıtlamaya çalışır! Kısacası, benim anladığım, beynimizi aşmamamız çok zor! Kahneman’ın birkaç cümlesini çeviriyorum:[1]

“Önyargılarımız konusunda ne yapabiliriz? … Deneylerimden anladığım Birinci Sistem’in (duygusal olan pek çok kararlarımızı kastediyor, HM)  kontrol edilemez olduğudur… Benim en fazla becerdiğim, hangi durumlarda hatalarımın daha muhtemel olduğunu görüyor olmam… Bir de şu: kendi yanlışlarımı değil, ötekilerin yanlışlarını görmede daha başarılıyım… Aslında Birinci Sistem bir düşünsel mayın tarlasıdır…  Ağırdan alıp İkinci Sistem’den yardım istemeliyiz…”

Kahneman insanların bir sorunun cevabını ararken insiyaki olarak akıllarına ilk gelen cevabın “şüpheli” olduğunu düşünmek istemeyeceklerini anlatır. Şüphe hoş bir duygu değildir. Bir düşünsel mayın tarlasında dolaşan Ötekini görürüz; ama kendimizin böyle bir tarlada olduğumuzu kabul etmek istemeyiz.

Önceki yazılarımda (önyargısız, tarafsız, dengeli) düşünmenin ne denli zor olduğunu anlatmaya çalıştım. D. Kahneman bu zorlukların, toplumsal nedenlerden başka (milliyetçi söylem, ideolojik sapmalar vb) beynimizin çalışma biçiminden de kaynaklandığını göstermiştir.

Ama bütün bu zorlukların dışında şu an yazdığım yazılara benzer yüzlerce tez de her gün su yüzüne çıkmaktadır. İnsanlar “gerçeklik” dedikleri ve “doğru” saydıkları düşünceyi ve yargıyı elde etmeye hep çalışmışlardır. Bu yönde çaba göstermeye de devam edeceklerdir. Büyük bir ihtimalle her toplum ve her zaman için hiç değişmeyecek “gerçekler” hiçbir zaman olmayacaktır. (Tabii, bu arada insanlar  kendi “ebedi” gerçekliklerine inanıyor olacaklar.) Ama her dönemde en az çelişkileri içeren ve zor sorulara cevap vermeye yönelik görüş arayışları da süregelecektir.

Son onyıllarda bu alanda öğrenilen, insanın bazı zayıf yanlarıdır; zafiyet dedikleri. Bu yazılarımda milli önyargılarımızdan, kalıpyargılarımızdan, ideolojik eğitim sistemimizden, ırkçılıktan, hızlı ve yavaş düşüncelerden söz edildi. Bunların tartışıyor olması kazanımlardır.

Belki en önemlisi yanlışlarımızın hangi alanlarda, hangi durumlarda ve nasıl ortaya çıkacağını büyük oranda artık biliyor olmamız. Özellikle “Öteki” konusunda yargılarda bulunurken hataların olacağını artık pek çok kimse biliyor. Milliyetçilik, ırkçılık, ötekileştirme, toplumsal dışlama, empati eksikliği gibi “sakatlıklarımız”  aslında bilinen tuzaklardır.

Aslında bu eksiklikleri kendimizde görmesek de bizlerde olabileceklerini pek çok kimse artık biliyor. Özellikle bu eksiklikleri kendimizde göremiyorsak, bizde var olma olasılığı daha da yüksektir. (7 no.lu yazı). Eksiklikleri gören veya en azından var olabileceklerini kabul eden bunları kontrol edebilir; “ben kusursuzum” diyen körlüğü ile yaşar!

Yukarıda D. Kahneman’nın “yanlışları Ötekinde görürüm” sözünü hatırlatırım. Çok kültürlü ve farklılığın yoğun olduğu karma toplumlarda – bunun karşıtı köy türü dar toplumlardır – yanlışları “Ötekinde” bolca görürüz. Hızlı değil de “yavaş” düşünürsek bu gördüğümüz hatalar, eksiklikler, kusurlar ve kabahatler aslında bir ayna gibi işlevli olabilirler. Bu olumsuzluklar bir ihtimal bir biçimde bizde de var olabilir diye düşünmeye başlayabiliriz. Bu da kendimizi anlamamızın ilk adımı olabilir.

Bu bilme olayına bu açıdan bakıldığında, azınlıklar, ötekileştirilenler ve dışlananlar “şanslı” da sayılabilir. Daha olgun, hatta arif ve bilge olurlar. Dünyayı ve insanları daha iyi tanırlar. Bir bedel öderler, ama kazanımları yalnız bilgi değildir, bilmenin sağladığı güven ve tatmin de kazançtır.

Arada yeniden yaşarsam ve bir seçim yapma hakkım olursa “azınlık” üyesi olarak yaşamayı seçer miyim diye kendime sorduğumda, “evet” derim. Yeniden azınlık olarak yaşamayı seçerdim, ama belki daha gelişmiş ve olgun bir toplumda!

Bilen aslında kızmaz, sinirlenmez ve özellikle nevrotik olmaz. Bilmemek, gelişmelere bir anlam verememek, insanda büyük sıkıntılara neden olur. (Nevrotiklik bireyin dünyayı gerçekten kötü ve güvensiz bir yer olarak algılamasına ve sürekli bir duygusal boşluk içinde olmasına neden olan bir duygu durumudur.) Bu yazı serisine son verirken, iyimser bir notla sonlandırıyorum: Bilmemiz ve özellikle kendimizi bilmemiz hayatı kolaylaştırır.

[1] Daniel Kahneman’nı, Hızlı ve Yavaş Düşünme  (Varlık Yayınları) kitabını tavsiye ederim. Orijinali Thinking Fast and Slow. D. Kahneman (doğumu 1934) psikolog ve ekonomisttir. İnsanların kararlarını ve yargılarını nasıl oluşturdukları konusunda devrim sayılacak araştırmaları ile tanınmıştır. 2002 yılında bu konuda Nobel Ödülü almıştır.