Karanlık günlerin tesellisi

İnsanın entrikalarına, acımasızlığına, saf kötülüğüne rağmen doğa yolunda gidiyordu; kayıtsız, devasa, sessiz, ahenkli, organik. Yasta ve sessizdi, yasta olduğu için sessizdi.

BAŞAK YÜCE 07 Şubat 2022 GÖRÜŞ

Fotoğraf: Selahattin Sevi

Tanıklık tesellisi. Leningrad 1938. Sonu Kresty hapishanesine çıkan, sadece kadınların olduğu uzun bir kuyrukta, zemheri soğuğunda, eşlerini, çocuklarını ne zaman göreceklerini bilmeden 18 aydır her gün bekliyorlar. Orada olup olmadıklarını bilmiyorlar, hapisteler mi kayıp mı edildiler çoktan… Kimse kimseye güvenmiyor ve çoğunlukla konuşmuyorlar beklerken. Sadece birbirini tanımayan iki kadının fısıldaşması duyuluyor. Biri diğerine “Bunun ne olduğunu anlatabilir misin?” diyor. “Anlatabilirim,” diyor öteki. Berikinin yüzünde bir gülümseme beliriyor.

Şair Anna Ahmatova sırada oğlunu görmek için bekliyor. “Anlatabilirim” dediği kadına verdiği sözün bir teselli olduğunu biliyor. Yıllar sonra “Requiem”in başına şu notu düşecek: “Sana bu beyaz kefeni, kullandığını duyduğum gösterişsiz kelimelerle ördüm/ Her yerde, daima ve hep / Hiçbir şeyi unutmayacağım.”

Hapishanelerin, gulagların, “Beyaz Terör”ün dehşetinden hiçbir zaman başını çevirmedi Ahmatova, bir tanık olarak sözünde durdu, gözünü dikip korkunun içine baktı, oradan yazdı.

Anlatmanın tesellisi. Karanlık günlerin bir gün anlatılacak olmasının umudu kurbanlar için nasıl teselliyse, onları anlatmak da şairin, yazarın tesellisiydi. Primo Levi, Ahmatova gibi, tanıklığın sorumluluğunu yerine getirdi, toplama kampından kurtulmanın, hayatta kalmanın kalemine yüklediğini döktü, teselli etti. Levi – çoğu Holokost edebiyatı yazarı söylüyor bunu – toplama kamplarını anlatarak ve Survival In Auschwitz‘de “Hiçbir zaman unutmayın bunu/Hatırlayın bu kelimeleri/Kalbinize kazıyın” diyerek avundu, avuttu. Anne Frank yazarak avunabildi. Hapishanede yazılan unutulmaz metinler Antonio Gramsci için, Nâzım Hikmet için belki dört duvarın tesellisiydi.

Unutmanın tesellisi. “Consolatio,” teselli metinleri, eski çağlarda bir edebi türdü. İsa’dan önce beşinci yüzyıla kadar izi sürülebilen bu türe mektuplar, şiirler, konuşmalar, denemeler giriyordu. Geçtiğimiz aylarda yayımlanan, On Consolation: Finding Solace in Dark Times (Teselli Hakkında: Karanlık Zamanlarda Teselli Bulmak) adlı kitabında Michael Ignatieff eski çağlardan bu yana insanların bu türe neden ihtiyaç duyduğunu sorguluyor. Diğer bir deyişle, neden avunmaya ihtiyaç vardı?

Çünkü tesellinin umutla doğrudan bir ilişkisi var, umut etmekse yaşamı sürdürebilmenin tek yolu. Avunmaya, avutmaya çalışmak bir anlama çabası aynı zamanda. Teselli edilebilmek, yani kelimenin etimolojik kökenindeki “unutturmak”, bazen –Anna Ahmatova’nın tanımadığı bir kadına verdiğine benzer– bir hediye. Yazmak ölümsüzleştirerek iyileştirmek.

Modern insanın zihnindeyse tesellinin bir ölçüde zayıflıkla ilişkilendiği söylenebilir. Tesellinin kurumlarından uzaklaşıldığı, bireyin kendi kendine yeter olduğunun sloganlaştığı bir çağda avunmak mümkün mü?

Zamanın tesellisi. Montaigne şunu soruyordu: Birini avutmak aslında sadece dikkatini dağıtmak mı demek? Yani geçici bir çaba mı bu sadece? Sanırım Emily Dickinson, o duymaya en çok alıştığımız “zamanın iyileştiriciliği” tesellisine yazdığı şiirle yanıtlıyor Montaigne’i: “Derler ki “avutur zaman” / Avutmaz hiçbir zaman / Sahici acı güçlenir / Yaşlandıkça, kiriş gibi / Zaman bir bela testi / Ama deva değildir. / Öyle olsa, kanıtlardı / Derdin olmadığını.”

Tesellisiz bir dünya tesellisi. Karl Marx’a göre bitmişti tesellinin tarihi. Onun ütopyası insanların avuntuya ihtiyaç duymayacakları bir dünya idi. Weber’e göre “gerçeklikte yaşamak tesellisiz yaşamak” demekti. Yani teselli ihtiyacı modernleşmeyle birlikte sorgulanan da bir kavrama dönüştü. Ignatieff kitabında soruyor, “Peki ama insanın teselliye ihtiyacı olmadığı bir dünya arzulanabilir bir dünya mıdır?” Teselliye ihtiyaç duymamak arzusu insanın kendisini her şeye yeter görmesine bağlanabilir belki. Bu bir açıdan bir vehim, kimine göre idealdir. Ama bir ölçüde teselli istememek bile bir teselli değil midir varoluş karşısında?

Dayanışmanın tesellisi. Uzmanların görüşlerine baktığımızda tesellinin bir tür dayanışma olduğunu ama “yüksek sesli” bir dayanışma olmadığını görüyoruz. Aksine sessizce, fısıltıyla avunmalı. Büyük sözlerle, acının geçeceğine inandırarak değil, sessizce sadece acı çeken dostun yanında olarak, onu dinleyerek avutmalı. O halde aynı zamanda bir kardeşlik, dayanışma alanı da teselli.

Doğanın tesellisi. Beş yıl önce yaz aylarında, anlam veremediğimiz travmatik bir olayla, bir tür “beyaz korku”yla karşılaştığımızda kendimizi doğaya, doğada olamadığımızda da doğa belgesellerine bıraktığımızı hatırlıyorum. Travmatik olaylar karşısında yaşamımızı sürdürebilmek için teselli yolları bulmaktan başka çaremiz demek yoktu. Daha sonra benzer bir kaçış ihtiyacını başkalarının da duyduğunu öğrenmiştim. Ne vardı doğada bizi avutan diye bugün düşündüğümde, yaradılışın ihtişamı karşısındaki aczimizi, insan olduğumuzu hatırlatarak bizi teselli etmiş olduğunu görüyorum. İnsanın entrikalarına, acımasızlığına, saf kötülüğüne rağmen doğa yolunda gidiyordu; kayıtsız, devasa, sessiz, ahenkli, organik. Walter Benjamin’in dediği gibi yasta ve sessizdi, yasta olduğu için sessizdi. İnsanla birlikte tuttuğu yasla, halinin dua oluşuyla, kalbe verdiği inşirahla en iyi teselli kaynağı olmuştu hep o nedenle, karanlık günlerde…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com