Cezaevi, isyan ve tevatür

Sonuçta, F Tipi cezaevlerini protesto için başlatılan ölüm oruçlarına son vermek için Aralık 2000’de 20 ayrı cezaevinde eşzamanlı düzenlenen ve üç gün süren operasyonda 122 insan hayatını kaybetti. 600’ü aşkın insan da sakat bırakıldı.

SELAHATTİN SEVİ 16 Kasım 2018 YAZARLAR

FOTOĞRAF: SELAHATTİN SEVİ

Işıltılı İstiklal Caddesi’nin insan seline kapılmak ya da mahyaların aydınlattığı selatin camilerden birinde teravih için safa durmak mümkündü. Evvel ahir İstanbul’da hayat hep bir Fatih-Harbiye romanı gibi akmaz mı?

Bayrama hazırlandığımız o günlerde Bayrampaşa Cezaevi’nin çatısını gören gelin odasından bir vahşet tiyatrosuna tanıklık etmek aklımda yoktu açıkçası. Bakmayın adına “Hayata Dönüş Operasyonu” dediklerine, yapılacak kıyım ve kırımlara isim koyma müktesebatı geniştir memlekette.

Yıllar sonra konum bilgisini teyit ettiğim ve kentsel dönüşüm binalarının yükseldiğini gördüğüm ünlü cezaevinin etrafında, o gün  asker ve polis geniş güvenlik önlemleri almıştı. Cadde yönünde gözüme kestirdiğim bir evin arka sokağından dolandım. Kapıya geldiğimde en üstteki zile bastım. Koşar adım merdivenleri tırmandım… Ev sakinleri ile çeşit çeşit yemek kokuları karşıladı. Gazeteci olduğumu ve cezaevine yapılan operasyonunun fotoğrafını çekmek için en uygun yerin evleri olduğunu söyledim nefes nefese. “Buyur, geç evladım” dediler. Dar koridorun sonundaki odanın kapısını açtılar: “Kızımın gelin odası, nasipse bayramdan sonra düğününü yapacağız. Senin için en iyi yer burası. Ama sakın perdeyi açma, hem kendini hem bizi yakarsın!” diye tembihlemeyi de ihmal etmediler.

İstanbul’un minarelerinden aceleci ezanlar yankılandığında kendi halindeki hane halkı iftar sessizliğine büründü. Kapı çaldı, küçük bir sini de bana geldi.

Benimse tek düşüncem ikindi üzeri askerlerin cezaevi çatısından koğuşlara attığı el bombalarının ve otomatik silahlarla yapılan baskının görüntülerini bir an önce gazeteme, Milliyet’e ulaştırmaktı.

Mahalle sakini gibi sokağa giren ve cebinde negatif filmler getiren, çektiklerimi götüren muhabir arkadaşım İbrahim Karahan’a ulaşmaya çalışıyordum. “Yolları tutmuşlar Selahattin” diyordu. Neyse ki çok geçmeden bir yolunu bulup evin zilini çaldı. Çektiğim ruloları verdim, gece çekimleri için gerekli olduğunu düşündüğüm yüksek ISO değeri olan yenilerini aldım.

Sonraki gün için imsak kesilmesine henüz birkaç saat vardı. İbrahim’den, Serhat’tan ve diğer muhabir arkadaşlarımdan haber gelmişti: Operasyon bitti, gel artık…

Beni bir buçuk günlüğüne misafir eden ev halkına teşekkür ederek vedalaştım ve gazetecilerin mesken tuttuğu kahveye geldim. Derin ve yorgun bakışlı babalar, iki yanına ayırdıkları kır saçlarının altındaki tedirgin yüzlerle gözü yaşlı anneler, kardeşler, çocuklar, bir de meslektaşım vardı mahalle kahvesinde. Haber nöbeti için gelen arkadaşlar ilk baskıyı getirdiklerinde göbekte benim fotoğrafım kocaman kullanılmıştı. Ne yazık ki, Milliyet’in ilk sayfasında fotoğraf haricinde neredeyse her şey yalan veya yanlıştı.

Basın tarihinde kara bir leke olarak hatırlanacak manşette, editör Cem Dizdar’ın attığı “Sahte Oruç, Kanlı İftar” başlığı vardı. Dönemin sıcak gündemiyle çok farkına varamadığımız, fakat yıllar geçse de imzam olduğu için utanacağım sayfanın başına bütün kahvehane toplanmıştı.

“Yaka yaka girdiler” diyemediği için, “Yıka yıka girdiler” başlığının altında “Devlet, Bayrampaşa Cezaevi’ne duvar yıkıp çatı delerek girdi. Ekipler, çatıdan atılan bombalar sayesinde engelleri aştı.” bilgisini veriyordu.

Devlet bir yalana ihtiyaç duyduğunda kamuoyunun en çok duymak isteyeceği yöntem devreye girmişti. Bu Doğu’da telsiz konuşması, Batı’da genellikle telefon irtibatı olurdu. “Operasyondan önce mahkumların telefonlarını takibe alan İçişleri Bakanlığı, dün sabah 05:30 sıralarında yapılan çarpıcı görüşmenin kaydını basın kuruluşlarına da gönderdi.”

Her ne kadar telefon konuşması servis edilse de örgüt jargonuna uygun olsun diye karşıdaki telsizle konuşuyormuş gibi hep, kısa ‘tamam’ cevaplarıyla yetiniyordu:

“Bartın: Alo, efendim!

Bayrampaşa: Merhaba. Sizi düşürmekte zorlandık. Bizim diğer aleti kapattık. Şimdi Bayrampaşa’ya saldırı var. Bize de hazırlık var. Niğde’de, Ceyhan’da, Çanakkale’de saldırıya başladılar. Bizim buraya geldiler. Ne var sizin orada?

Bartın: Burada şimdi C tarafından girdiler. Barikatları kuruyoruz. Çanakkale’deki arkadaşlar suyu kesmiş. Götürülme durumunda ölüm orucuna başlanacak.

Bayrampaşa: O zaman söyleyin saldırı başlayan birimlerimizde bir arkadaşımız kendini yaksın.

Bartın: Tamam.

Bayrampaşa: Verin düşmana.

Bartın: Bir direnişçi kendisini yakıp düşmana verecek, tamam.

Bayrampaşa: Saldırı kesilmezse, bize ellerini sürmeden hepimiz kendimizi yakacağız.”

Hem sonra, işin magazini olmazsa olmaz!

O da üst düzey bir yetkiliye yakışırdı olay örgüsü içinde: “Örgüt liderleri dokuz yıl boyunca lüks içinde yaşamışlar. İçeride balık, ördek havuzları bile olduğu görüldü.”

Sayfaların devamında ise muhtemelen akşama kadar tuttukları ramazan orucunu yalanla bozan bakanların açıklamaları gelecekti.

İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, ölüm orucu eylemlerinin sahte çıktığı yolunda Milliyet’te yayımlanan sözlerin heyet raporlarıyla da doğrulandığı duyuruyordu. Ettikleri yemini bir süreliğine unutan doktorlar “Tedavi gerektiren husus yoktur” raporu veriyor, bakan yaptığı kıyımın kılıfı olarak içini rahatlatıyordu.

Yine ilk sayfada Ahmet İbili adlı mahkûmun kendini ateşe verdikten sonra jandarmanın üzerine doğru atıldığı, jandarmanın da İbili’yi öldürmek zorunda kaldığı iddia ediliyordu. Elbette, “İbili 61 gündür açlık grevinde değil miydi, nasıl bu kadar sağlıklı kaldı?” soruları eşliğinde…

MHP’li Sağlık Bakanı Osman Durmuş, daha da ileri gidiyordu. “Huzura Dönüş Operasyonu”na gerekçe yapılan ‘ölüm oruçlarının hiç olmadığını’ iddiasındaydı. Durmuş, “Ölüm orucu kaçıncı gününde?” sorusuna, “Ölüm orucu yoksa, günün tespiti söz konusu olamaz” pişkinliğinde cevap yetiştiriyordu.

Yakın tarihimize 19 Aralık katliamı olarak geçen olayda mahkumlar bizzat devlet eliyle öldürüldü.

Her dönemin demokratı Hasan Cemal’in, “Ölümü çözüm olarak görmek… Fanatizm değil mi? İnsanca bir dünya için insan hayatıyla oynamak çelişki, çılgınlık değil mi?” sorularını kimse umursamadı.

Devlet düdüğünü çalmış, basın tarafını seçmişti.

Hürriyet’in, 20 Aralık 2000 tarihli manşeti “Devlet Girdi” şeklindeydi.

Gazetenin yazarı Fatih Altaylı, “Dışarda olmayan keyif içerde var. Ve bunların adı cezaevi” yazdı.

Sabah’ın aksine, yazarı Can Ataklı ise bir cezaevi operasyonunda bu kadar insanın ölmesinin ‘ayıp’ olduğunu vurgularken, F tipi cezaevlerinin gerekli olduğunun altını çiziyordu.

O zamanların Zaman’ı, “İsyanlar isyan ettiriyor, cezaevlerinde çıkan isyanlar ve bunlara karşı düzenlenen operasyonlarda çıkan çatışmalar, burada faaliyet gösteren esnaf ve çevre sakinlerini bıktırdı.” düzeyindeydi. Gazetenin yazarı Tamer Korkmaz “Nihayet” başlıklı yazısında “‘F Tipi insancıl değil, istemezük’ nidaları, ölüm oruçları bahaneydi” demekten çekinmiyordu.

Sonuçta, F Tipi cezaevlerini protesto için başlatılan ölüm oruçlarına son vermek için Aralık 2000’de 20 ayrı cezaevinde eşzamanlı düzenlenen ve üç gün süren operasyonda 122 insan hayatını kaybetti. 600’ü aşkın insan da sakat bırakıldı.

Ve bugün… İçinde kalkışma, cezaevi, isyan gibi kelimelerin de geçtiği ‘tevatür’ler üzerine derin analizler kasılan yazı ve paylaşımları gördüğümde ister istemez yıllar öncesini hatırladım.

Cezaevlerinde koğuş sisteminin olduğu, mahkumların neredeyse komün hayatı yaşadığı dönemlerde bile en örgütlü grupların gerçekleştirme hayalini kurmadığı bir isyanın zihinsel eksersizinin yapıldığı rivayet ediliyor.

Bir karakol veya cezaevi önünden geçmeyen, mahkemeye bile çıkarılmadan KHK ile işlerinden olan ve tutuklanan sıradan ‘kader mahkumları’ üzerinden ‘katliam provaları’ iddiası da nereden çıktı?

İsyan teorilerinde adı geçtiği iddia edilen ‘çete’ üyeleri kim bilmiyoruz ama aralarında bebeklerin, kadınların da olduğu binlerce tutuklu ve hükümlü bu tartışmalar nedeniyle töhmet altında kalıyor. Dahası eğitimli, akıl süzgeci, vicdan terazisi, gönül penceresi açık masumlara ‘hazır asker’ muamelesi reva görülüyor.

Bu akılsız söylenceyi ortaya atan isimsiz kişilerin ve planlarının, hangi bilgi, belge, itiraf ya da benzeri nesnel dayanağı olduğu sorusu cevapsız kalıyor.

Oysa “Vanda Adında Bir Balık” filminde olduğu gibi, ‘isyan tezgahlayan’ ve ‘karşı hamle ile operasyonu akim bırakan’ aktörlere birinin çıkıp dur bir dakika demesi gerekiyor. Kafasına silah dayanan kişiyi gören filmin kahramanının, “Doğru kişiyi rehin aldığınıza emin misin? O senin kardeşin!” repliği gibi, yanlış kişilerin rehin alındığını ve bu rehineler üzerinden kumar oynamanın kimsenin hakkı olmadığını hatırlatmak gerekiyor.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com