Erdoğan’ın ‘üç buçuk cephe’deki savaşı

Die Zeit Türkiye dış politikasını yazdı: "Bugün Türkiye, artık yumuşak bir güce değil, insansız hava araçlarına ve savaş gemilerine güveniyor. Bu hırs yine yeni bir doktrinin içine yerleşiyor: Herkese karşı tek başına!"

KRONOS 23 Temmuz 2020 DÜNYA

Alman Die Zeit gazetesinde “Erdoğan’ın üç buçuk cephedeki savaşı” başlığıyla yayınlanan makalede Türkiye’nin Ortadoğu, Libya ve Doğu Akdeniz’deki egemenlik iddiaları ele alındı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP hükümetinin dış politikadaki iddialarının, askerî operasyonlarının ve ‘Avrasyacılarla’ ittifakının değerlendirildiği yazıda “Avrupa için, bu yeni Türkiye artık uysal katılım adayı değil” denildi.

Kronos olarak yazının çevrisini yayınlıyoruz:

“Türkiye, Libya ve Ortadoğu’da “sınır ötesi operasyonlar” olarak adlandırdığı savaşlar yürütüyor. (Bu savaşlar) nüfuz, askerî hâkimiyet, enerji kaynakları ve keyfi olarak tanımlanmış deniz sınırlarıyla  ilgili. Ankara, Libya’da kilit bir oyuncu ve Akdeniz ile Orta Doğu’da da bir savaş gücü haline geldi. Türkiye’nin yeni bir dış politikası, yeni silahları ve yeni bir fikri var.

Nisan ayı, Trablus: Basın, General Halife Hafter ve birliklerinin Libya başkentinin önüne kadar geldiğini bildirdi. Birleşmiş Milletler  (BM) tarafından tanınan Başbakan Fayiz es-Serrac hükümeti yıkılmakla tehdit ediliyordu. Fakat aniden Hafter’in savaşta şansı ters döndü. Birlikleri ağır drone ateşi altında kaldı, tankları sıkıştı, füzeleri durduruldu, milisleri geri çekildi. Rakipleri aniden sonu gelmez şekilde roket saldırısı başlamıştı. Savaş gemileri, Akdeniz’de neredeyse tükenmez şekilde mühimmat sağlıyordu. Hafter geri çekilmek zorunda kaldı. O zamandan beri hükümet birlikleri karşısında bölge belge kaybediyor.

İç savaşı birkaç hafta içinde değiştiren güç Türkiye’ydi. Türkiye, BM silah ambargosunu (diğer ülkeler gibi) kırdı, Trablus’taki Serrac hükümetini geliştirdi ve Ankara’ya bağımlı hale getirdi. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, sadece Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Hafter yanlısı Arap devletlerinin koalisyonuna karşı değil, aynı zamanda Rusya’ya karşı çıkıyor. Ayrıca tutarlı bir silah ambargosuyla, Libya’daki savaşı tarafların müzakeresiyle bitirmeye çalışan Alman planlarını da engelliyor. Henüz Ocak ayında Berlin’deki Şansölye Angela Merkel’in konukları olan Türkiye temsilcileri ile Libya savaşındaki diğer aktörler,  ateşkese ve BM’nin silah ambargosuna uymayı taahhüt ettikleri bir bildiriyi imzaladı. Haftalar sonra Türkler, Libya’da ‘oyun değiştirici’ oldu.

Türkiye’nin, şu sıralar bu kadar agresif bir şekilde sürdürdüğü hegemonik iddiaların, sadece Akdeniz devletleri ve Orta Doğu’daki komşuları açısından değil, aynı zamanda yaklaşık 70 yıldır üyesi olduğu NATO ve Avrupa Birliği açısından da sonuçları var.  Resmi katılım müzakereleri devam ediyor, ancak AB ve Türkiye giderek daha fazla rakip ve karşıt haline geliyor. İster mülteci meselesi, ister enerji meseleleri, ister Avrupa komşuluğunda uzlaşma olsun, Türk hükümeti Avrupayla uyumsuz pozisyonlar alıyor.

Türkiye şu anda ‘üç ve buçuk’ cephede savaş yürütüyor. Askerî operasyonlar Irak’ta en eski çatışmayla başladı, oradan Suriye’ye ve son olarak da batısındaki Libya’ya yayıldı. ‘Yarım savaş’ ise Yunanistan çatışmasında sürüyor.

Türk Hava Kuvvetleri, yıllardır Kuzey Irak’ta yasaklı Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) mevzilerini bombalıyor. Ankara ayrıca (buraya) kara birlikleri de gönderiyor, bu operasyonlara “Pençe” deniyor. Son olarak Türk ordusu, Savunma Bakanlığı’nın Twitter hesabından açıklandığı gibi, Haftanin bölgesine saldırı helikopterleri ve insansız hava araçlarıyla girdi. Türkiye’nin Irak’ta ne kadar gücü olduğu, tepkilerinden anlaşılabilir: Ya Kuzey Irak’taki özerk bölgesel yönetim gibi tamamen uzak duruluyor ya da Bağdat’taki merkezi hükümetin yaptığı gibi “Türkiye bu tür saldırıları durdurmalı, tekrarlanmamalı” şekilinde sorumluluk hatırlatılıyor.

Türk ordusu 2016’dan beri Suriye’de faaliyet gösteriyor ve  operasyonları – Cerablus bölgesinde “Fırat Kalkanı”, Afrin’de “Zeytin Dalı”, Tell Abyad ve Rasulayn kentlerinde “Barış Pınarı” veya İdlib’te “Bahar Kalkanı” gibi – tumturaklı isimler taşıyor. Türk askerlerinin bir süre için “İslam devleti” cihatçılarıyla savaşması Avrupa hedefleriyle uyumluydu. Fakat Türkler çoğunlukla, Türkiye sınırında bir devlet yapısı veya en azından özerk bir bölge kurma yolunda ilerleyen Kürt milislerine karşı yürüdü. Bugün Erdoğan, Kuzey Suriye’nin önemli bir bölümünü, Rusya’nın hoşgörüsüyle, kontrol altına almış durumda ve hatta Idlib’de Türk lirasını resmi bir ödeme aracı olarak önerdi.

Avrupa için Türkiye’nin üçüncü ve en tehlikeli genişleme alanı Akdeniz. Libya’daki savaş, doğal kaynaklar üzerindeki hak mücadelesiyle ilgili. Türk askerî danışmanları Libya’ya inmeden çok önce, Türkler komşularıyla Akdeniz’de doğal gaz sondajı hakkı için çatıştı. Yunanistan ve Kıbrıs’ın yanı sıra İsrail ve Mısır, uluslararası deniz hukuku sözleşmesi UNCLOS’a uyuyor ve sularındaki hammadde için sondaj yapıyor.

Türkiye ise UNCLOS’u hiç tanımadı ve bölgede yalnızdı. Ta ki Erdoğan, geçen yıl Trablus’taki baskı altına bulunan hükümeti, Akdeniz’in önemli bir bölümünü Türk ve Libya “münhasır ekonomik bölgelerine” bölmeye ikna edene kadar… Türkiye, diğer şeylerin yanı sıra, zengin doğal gaz yatakları olduğu tahmin edilen Girit ve 12 adalar yakınındaki Yunan bölgeleri üzerinde hak iddia ediyor. Buna karşılık Erdoğan, Başbakan Fayiz es-Serrac hükümetini dronlar, milisler ve askeri danışmanlarla güçlendiriyor. Bu da Irak ve Suriye’den farklı olarak stratejik durumu değiştiriyor. (Irak ve Suriye’de) başarı yetersiz, zira PKK ve Kürt milisleri yılmaz bir şekilde savaşmaya devam ediyor ve Türkler daima Putin’in merhametine kalıyor. Buna karşılık Türkiye, Libya’da en önemli oyuncu oldu.

Bu durum Erdoğan’a, Türkiye’nin tüm Akdeniz komşularına aynı anda meydan okuması için güven veriyor. Erdoğan, Mısır’ı savaşla tehdit ediyor. İsraillilerin işgal altındaki toprakları ilhak etme planlarını açıkça kınıyor. Kıbrıs’ın güneyindeki sulara Türk sondaj gemileri gönderiyor ve donanmasıyla Yunanlıları tehdit ediyor. Hafta ortasında, Yunan Meis adası açıklarında test sondajı yapması için bir Türk keşif gemisi yola çıktı. Basında çıkan haberlere göre, Yunanlılar ordularını alarma geçirdi. Erdoğan, Şubat ayında Yunanistan sınırına mülteci gönderdi. Daha sonra, Yunan adalarının Türkiye’ye aitmiş gibi gösterildiği haritanın önünde poz verdi. 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınırları çizen Lozan Anlaşmasını defalarca sorguladı.

Avrupalılar, Türkiye’ye baktıklarında mültecileri, katılım müzakerelerini ve bazen de insan hakları ihlallerini düşünüyor,  ancak ülkedeki derin değişimleri göz ardı ediyorlar. Türkiye bu misyonlar için askeri güce sahip, üstelik her şeyden önce bu gücü oynamaya istekli ve buna uygun ideolojiyi üretiyor.

Türk ordusu NATO’nun en güçlü ikinci ordusu olarak kabul ediliyor, ancak, Türkiye teçhizat söz konusu olduğunda uzun süre dışa bağımlı kalmıştı. Bu da Tayyip Erdoğan’ı rahatsız ediyor. İster tanklar, ister uçaklar için olsun, Türk hükümeti her zaman Almanların kısıtlayıcı “Son Kullanıcı Sertifikası” veya Amerikalıların teknolojisi ile uğraşmak zorunda kalıyor. Bazen NATO ortakları ambargo da uyguluyor. Eski Savunma Bakanı Vecdi Gönül bir keresinde Zeit’a, “Her zaman kendi tanklarımızı üretmek istedik.” demişti. ‘Silahların bağımsızlığı’ slogan oldu.

Yerli silah üretimi esasen Erdoğan hükümetiyle başladı. Şubat ayında, (Erdoğan) yerli silah üretim payının, hükümeti sırasında yüzde 20’den  70’e ‘fırladığını’ övünçle söyledi. 2019 yılında silah ihracatı 3.68 milyar dolardı. Erdoğan, 2023 yılında, Cumhuriyet’in 100. yıldönümünü kutladığında, bunu üçe katlamak istiyor.

Aslında Türkiye uzun zamandır savaş gemileri üretiyor. İstanbul’da bulunan Dearsan Tersanesi devriye botları, İzmit Gölçük Tersanesi denizaltı, Sedef Tersanesi amfibi saldırı gemisi üretiyor. Türk gemileri, Akdeniz’de iddiada bulunmak ve Libya’daki silah ambargosunu delmek için önemli.

Türkiye son zamanlarda Bayraktar TB-2 savaş uçağının geliştirilmesine çok zaman, para ve enerji yatırdı. Ağır silahlı bu uçak, General Hafter’in Libya’daki milislerini geri püskürtmekte etkili oldu. Türk ordusu daha önce bu drone’u diğer savaş alanlarında, Türkiye’nin güneydoğusunda ve Suriye’deki Kürt milislere karşı kullanmıştı. Bayraktar TB-2 de son zamanlarda Kuzey Kıbrıs’ta konuşlandırıldı.

Silahlar gerçek anlamlarını, kullanımlarının ardındaki yeni fikirden alıyor ve dış politikayı tersine çeviriyor.

Devletin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, modern Türkiye’nin tarihi selefi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılmacı özlemlerine inanmamıştı. Bunu imparatorluğun gerilemesinin bir nedeni olarak görmüştü. Kendi kendine yeterli olan “tarafsız” bir Türkiye istiyordu. Atatürk’ün şiarı şöyleydi: “Yurtta sulh, cihanda sulh” Soğuk Savaş sırasında ülke yüzünü batıya döndü ve 1952’de NATO’ya üye oldu. Batı bağı,  sonunda AB üyesi olma arzusuyla derinleşti.

2009 yılında, Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yeni bir diplomatik doktrin hazırladı: Komşularla “sıfır sorun” politikası. “Sıfır”, hiçbir şeye müdahil olunmayacağı anlamına gelmiyordu; tam tersiydi. Türkiye’nin düzeni ve dolayısıyla “sıfır problemi” sağlayan bir ağabey olarak görülmesi isteniyordu. Balkan’lardan İran’a kadar kabul edilmek, bilhassa Batı’dan bağımsız ve zayıf oğlan çocuklarının toplaştığı parkta en güçlü olmak isteniyordu. Yumuşak güçle donatılmış vazgeçilmez moderatör olunacaktı. 2011’de Arap Baharı’nın başlangıcında bu politika doğru görünüyordu. Ancak ayaklanmaların bastırılmasıyla Türkiye’nin siyasi İslam bayrağı altında Arap hükümetlerini yönetme umudu başarısız oldu.

Bugün Türkiye, artık yumuşak bir güce değil, insansız hava araçlarına ve savaş gemilerine güveniyor. AB üyeliğinden ne kadar uzaklaşılırsa, Ortadoğu’daki hegemonya iddiası da o kadar büyüyor. Bu hırs yine yeni bir doktrinin içine yerleşiyor: Herkese karşı tek başına! Bu aslında Cumhuriyet’in kurucu mitinin, siyasi olarak araçsallaştırılmış bir okuması. Atatürk yönetimindeki Türk ulusal hareketi de kaybedilen bir savaştan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun batı güçlerine karşı yenilgisinden sonra ülkenin bağımsızlığı için mücadele etmek zorunda kalmıştı.

2016 yılında Erdoğan’a karşı darbe girişimi ve Türkiye bakış açısıyla Ankara’ya karşı AB dayanışması, Türkiye ve Avrupa’yı birbirine  daha da yabancılaştırdı. Erdoğan o sırada sağ ve sol milliyetçiler, ordu ve siyasette yeni müttefikler buldu. Bugün, ülkenin Doğu Akdeniz’deki iddialarını temsil eden “Mavi Vatan” adlı askerî bir doktrin var. Siyaset bilimci İlhan Üzgel’e göre, bu dış politika üç temel unsura dayanıyor: Militarizasyon, (Arap-İslamcı paralı askerlerin kullanımı ile) “sınır ötesi ulusal savunma” ve silah endüstrisinin gelişimi. Buna askerlerin yurtdışına uzun süreli konuşlandırılması dahil; Türkiye’nin güvenliği Somali’de savunuluyor.

Türkiye’nin bu yeni benlik imajı, ülkelerini doğuya yerleştirmek isteyen, Rusya, İran ve Çin’e daha yakın olan Batı yönelimi karşıtı, “Avrasya” politikacıları, memurları ve aydınları için özellikle uygun. Batı, onların görüşüne göre asıl düşman. Avrasya siyasetçileri, 2016 darbe girişimi ve Erdoğan’ın sağcı milliyetçilerle ittifakından sonra nüfuz kazandı. Erdoğan’ın, Rusya Devlet Başkanı Putin ile Batı’ya karşı yakın koordinasyonu bunların konseptlerine mükemmel bir şekilde uyuyor. Rus ve Türk Avrasyacılar, düzenli olarak toplanıyor.

Avrupa için bu yeni Türkiye artık uysal katılım adayı değil. Brüksel’de kapıyı mütevazı bir şekilde çalan ve kabul edilmeyi  sabırsızlıkla bekleyen bir ülke artık yok. Erdoğan, NATO üyeliğini ve AB ile katılım müzakerelerini resmen sürdürecek kadar akıllı. Bu bağlar, Rusya veya İran’la yaptığı görüşmelerde Türkiye’nin ağırlığını artırıyor. Ancak, değerlerin artık bir önemi yok. AB ve Almanya, artık ılımlı uyarılar ve Federal Dışişleri Bakanlığı’ndan dengeli seyahat önerileriyle Türkiye’ye ulaşmayacak. Hatta artık ciddiye alınmama riskiyle de karşı karşıyalar.

AB Ombudsman’ına danışmanlık yapan Nathalie Tocci, bu nedenle AB ülkelerini komşularında daha fazla askerî rol oynamaya çağırıyor. Örneğin, Libya’da 14 yıl önce AB müdahale güçlerinin kurduğu ve hiçbir zaman faaliyete geçmeyen barışı koruma misyonu seferber edilebilir. Bu Komisyon’un bir süre önce açıkladığı  “jeopolitik” bir AB’ye ve Dışişleri Bakanı Josep Borrell’in dediği gibi “iktidar dilini” öğrenen birine de uygun olur.

Zira diğerleri uzun zamandır bu dilde yetkin.”

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram