Ehvenişer’in ya da Firavun’un Çocukları

Firavunlardan itibaren tüm despotlar çıkarlarını perdelemek, zulümlerini haklı göstermek için halkı ehvenişere razı etmeye çalışmışlardır. Firavun, ‘’Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. Onun ülkede anarşi çıkaracağından endişe ediyorum’’ derken, sanki asırlar ötesinden günümüze sesleniyor gibidir.

AYHAN TEKİNEŞ 06 Mart 2022 GÖRÜŞ

“Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. Onun ülkede anarşi çıkaracağından endişe ediyorum.”

Siyaset, hukuk ve ahlakla birlikte var olur. Adalet ilkesine ve özgürlüklerin korunmasına dayanan bir siyaset anlayışı yoksa, siyaset kendi hukukunu üretir. Muktedirlerin menfaatlerini korumak için ürettikleri hukuku halka kabul ettirmek de siyaset tarafından finanse edilen din adamlarının ve aydınların görevidir. Halkı ikna için korku ve faydacılık duygularına hitap edilir. Adaletsizlikler ve yolsuzluklar farklı tehlikeler ve tehditler gerekçe gösterilerek örtbas edilmeye ya da göreceli hale getirilmeye çalışılır. Bu maksatla çoğu zaman ehvenişer, kötünün iyisi, daha az zararlı olanın tercihi ve genel zararı engellemek için bazılarının zarar görmesini kabul etmek gerekir gibi bazı hukuki yaklaşımlardan yararlanılır.  Bu yaklaşımlar siyasetle hukuk arasındaki ilişkinin iç içe geçtiği gri alanları oluşturur. İşte bu gri alanlar, çıkarcı alimlere zalim ve yolsuz politikacıları aklamak için bir takım imkanlar sunar.

Despot rejimlerin en çok yararlandığı argümanlardan birisi, şu anki durumun ehvenişer olduğu, düzen bozulduğu takdirde daha büyük tehlikelerin ve zararların ortaya çıkacağı iddiasıdır. Kelami perspektiften mutlak adalet ve izafi adalet diye adlandırabileceğimiz bu yaklaşım hakkında Bediüzzaman,  ‘’Lakin adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla.’’ der. Yani özgür irade devre dışı bırakılmamalı ve umumun ihtiyaçları ve faydası gerekçe gösterilerek bireylerin hukuku çiğnenmemelidir. Ayrıca Nursi, mutlak adaleti uygulama imkânı varken izafi adaleti uygulamanın zulüm olduğunu söyler.

Adalet-i izafiye denilen adalet anlayışı hukukta maslahat ilkesi adı altında toplanan kurallarla düzenlenir. Bu maslahatçı anlayış yüzyıllardır yozlaşmış ulema zümresinin İslam hukukunu dolanarak zulmü ve zalimleri meşrulaştırma aracına dönüşmüştür.

Maslahatçılık, devletten nemalanan din görevlilerinde; politikacılarla çalışan ilim ve din adamları arasında da çok yaygındır. Mevcudu korumak için tüm kötülükleri sineye çekmeyi tavsiye eden bu anlayış sahipleri gelecekte ortaya çıkması muhtemel tehlikeleri öne sürerek rejimi ve kurulu düzeni ne olursa olsun korumayı amaçlar. Onlara göre tehdit ve kriz hiç bitmez; iç ve dış düşmanlar tükenmez; sürekli tetikte olmak gerektiği vurgulanarak, politik çıkarcılık meşrulaştırılmaya çalışılır.

Kötüye razı etmek için ‘bu bizim kaderimiz ne yapalım’ diyenleri bile mumla aratacak, maslahatçı ve eyyamcı anlayış, giden ağam gelen paşam diyerek yüzyıllardır oportünizmin en iğrenç örneklerini sergilemiştir bu topraklarda. İşte ehvenişer ifadesi bu zihniyetin ahlak anlayışını yansıtan karakteristik ifadelerden birisidir.

Peki, diyeceksiniz “ehvenü’ş-şerreyn ihtiyar olunur’ Mecelle kaidesi değil mi? Mecelle de İslam hukukuna göre düzenlendiğine göre bu kaide İslam hukukunun külli/genel kaidelerinden birisi olmuş olmuyor mu? Evet ehvenü’ş-şerreyn ihtiyar olunur’ bir hukuk kaidesidir. Mecellenin bu ve benzeri kaideleri, İslam hukukunda asıl deliller dışında kalan ihtilaflı delillerden maslahat-ı mürseleye (bir delile dayanmayan maslahat) dayanır. Maslahat-ı mürsele ise yalnızca Maliki mezhebinde müstakil bir delildir. Onlara göre de bir delile dayanmayan maslahatların hukukta ve ahlakta delil olabilmesi için en azından temel hakları koruması gerekir. Hukuk koyucunun hukuki normlarda gözettiği can ve malın korunması gibi temel hakları koruyan maslahatlara itibar edilir. İmam Şatibi, bu teoriyi delillendirmek için büyük çaba sarfetmiş, bir yandan hukukun koruması gereken temel gayeler üzerinden bir yandan da nasların Saadet asrındaki anlamları esastır, yaklaşımıyla maslahatçılık yaklaşımının ortaya çıkarabileceği keyfilikleri sınırlandırmaya çalışmıştır.

Mecelle şârihleri de bu kaideleri örneklerle sınırlandırmaya ve istisnalarını zikrederek, mutlak anlamda bir delil olmadığını göstermeye çalışmışlardır. Aslında söz konusu mecelle kaideleri delilden ziyade hukukun tabiatını anlamamıza yardım edecek ilke ve prensiplerdir. Bu kaidelere dayanarak hukuk üretmek, fetva vermek her zaman tartışmalı olmuştur. Hatta dini konularda maslahata dayanılarak verilen hükümler dini alanda yasak olan keyfi hüküm inşa etmek olarak görülerek tenkit edilmiştir.

Gündelik hayatta ehvenişerin birçok uygulaması vardır. Mesela arabada kilitli kalmış sıcaktan bayılmak üzere olan bir çocuğu kurtarmak için arabanın camını kırabiliriz. Ancak arabanın motoruna sıkışmış bir kediyi kurtarmak yerine işe geç kalmamak için arabayı çalıştırıp kedinin sakat kalmasına sebep olmak bize göre ehvenişer gibi görünse de ahlaki açıdan savunulabilir bir davranış değildir. Bir başka ülkeyi işgal etmeyi de ne yapalım bizim güvenliğimizi tehdit edecek anlaşmalar yapıyorlar, ehvenişeri tercih ettik diyerek savunamazsınız. Diğer insanların ve canlıların hakları söz konusu olduğunda ehvenişer kaidesine itibar edilmez. Hukuki ve ahlaki normlarla çatıştığında da ehvenişerin geçerliliği yoktur.

Ehvenişer kuralı bir felaket ya da zarardan en hafif zararla kurtulmak için tercih edilir. Nitekim ehvenişer kuralı farklı kaynaklarda ‘’en hafif zarar tercih edilir’’ şeklinde de formüle edilmiştir. Hukuki açıdan sabit olan iki zarardan daha hafif olan tercih edilerek, büyük zararın önüne geçilmeye çalışılır. Orman yangınlarında yangının büyümemesi için bazı ağaçların kesilmesi gibi.

İslam hukukunda ehvenişer kaidesine örnek olarak gösterilen hukuk uygulamalarının aslında başka delilleri vardır. Mesela ‘ehven-i şerreyn ihtiyar olunur’ kaidesine örnek olarak gösterilen zorda kalan kişinin yaşayabilmek için ölmüş hayvan eti yiyebileceğini bildiren hüküm, nassa dayanır. Yoksa ehvenişer kaidesine dayanılarak üretilmiş yeni bir hüküm değildir.

Hakkında dini bir hüküm olmayan ve kesin bir delil bulunmayan konularda dinin ve hukukun temel gayeleri göz önünde bulundurularak maslahat prensibinden yararlanılabilir. Ancak özelikle dini hüküm bulunan konularda maslahat prensibinin bir kıymeti yoktur ki maslahat ilkesinden hareketle üretilen külli kaidelerin bir değeri olsun. Ayrıca hukuki yorumlarda külli kaidelerden yararlanırken hukuki ve ahlaki normlarla uygunluk aranır. Mesela zulme karşı çıkmak, dini naslarla emredilmiş zorunlu bir hükümdür ya da hırsız ve zalimin yöneticilik hakkının olmadığı, temel dini emirlerle; evrensel ahlaki ve hukuki prensiplerle belirlenmiş bir hükümdür. Şimdi bu hükmü ortadan kaldırmak için gerçekte bağımsız hukuki bir delil bile olmayan Mecelle kaidesini dile getirmek, en hafifinden dini tahriftir ve politik oportünizmdir.

Yukarıda zikrettiğimiz örnek üzerinden gidecek olursak, yol uzun ilerde aç kalabilir ve ölebilirim diye tok olduğu halde leş yemeye devam etmek dinen ve aklen caiz olmadığı gibi ilerde daha zalimler iş başına gelebilir ben şu andaki zalimlere muhalefet etmeyeyim demek de asla doğru değildir. Halihazırdaki zalimlerden maddi menfaat temin eden alimlerin bu tür yaklaşımları ise büsbütün ahlaksızlıktır.

Firavun’un etrafını kuşatan seçkinler gibi, kendi menfaati ile firavunun menfaatini özdeşleştirmiş ulema ve aydın tipinin en güçlü argümanı ‘daha kötüleri var’ iddiasıdır. Halkı daha kötüleri gelebilir diye korkutmak için tarihten örnekler vererek, kötüye razı etme görevi üstlenmiş seçkinler, her zaman zalimlerin en büyük destekçisi ve işbirlikçisi olmuştur. Şu an var olan zulmü ilerde ortaya çıkabilecek hukuksuzluk ihtimaline dayanarak meşrulaştırmak Firavun döneminden itibaren tüm despotların ve destekçilerinin temel stratejisi olmuştur. Nitekim Emevi kralları ve valileri de zulüm ve katliamlarını meşrulaştırmak için ehvenişeri intihap ettiklerini öne sürüyorlardı. Zira despotlar her zaman muhalefeti sindirmek için biz gidersek daha kötüsü gelir, diye halkı korkutmuşlardı.

Rejimin seçkinleri olan, makbul aydınlar ve yanaşma alimler, zulüm var ama şu anki zalimler bize itibar ediyor, para ve makam veriyor; daha sonra geleceklerin zulmü kaldırma ihtimali yok, şu an var olanlardan hiç olmazsa yararlanıyoruz diye zulme sessiz kalarak, halka ve Hakk’a karşı en büyük ihaneti yaptıklarını hatırlarına bile getirmiyorlar. Halkı aldatmak için de ne yapalım bu bizim içimizden birisi, bizi anlıyor ve bize değer veriyor, kötünün iyisi, yalan söylemeyen ve çalmayan siyasetçi mi var diye halkı pisliğin içinde çaresizliğe terk ediyor; ayrıca utanmadan alışmaları gerektiğini telkin ediyorlar.

Hukukta esas olan fiili haksızlıkları izale etmek; ilerde ortaya çıkabilecek hukuksuzluk ihtimallerini engelleyecek tedbirler almaktır. Fiili hukuksuzluğu meşrulaştırmak için karşılaştırmalar yapmak hukuki değil politik bir yaklaşımdır. Politik yaklaşımlarda da yöneticilerin faydası değil halkın faydası esas olmalıdır. Şayet bir maslahat gözetilecekse bu siyasetçilerin değil halkın maslahatı olmalıdır. Ancak maalesef Firavunlardan itibaren tüm despotlar çıkarlarını perdelemek, zulümlerini haklı göstermek için halkı ehvenişere razı etmeye çalışmışlardır. Firavun, ‘’Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. Onun ülkede anarşi çıkaracağından endişe ediyorum’’ derken, sanki asırlar ötesinden günümüze sesleniyor gibidir. (Mü’min suresi, 26)

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com