Devlet mi kutsaldır hukuk mu?

Kutsal devlet fikri ister bir ırk ister hanedan isterse din üzerinden gerekçelendirilsin sonuçta Allah’a isyandır; toplumu seçkin bir azınlığın kölesi olarak yönetebilmek için uydurulmuş akıldışı bir inançtır.

AYHAN TEKİNEŞ 13 Mart 2022 GÖRÜŞ

Hukuk, belirli bir sınıfın ya da yöneticilerin çıkarını değil toplumsal faydayı esas almalıdır. İlahi kaynaklı hukuk sistemlerinde güç sahiplerinin hukuku kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesini engellemek için hukukun kaynağının kutsallığına vurgu yapılmıştır. Ancak saltanatın kurumsallaşması sürecinde toplumsal fayda ve İlahi otorite, devleti ve yöneticileri kutsayan anlayışla çatışmaya başladı. İtaat hakkı ve bozgunculuk çıkarmama fikri devlet otoritesinin tartışmasız temel ilkeleri haline dönüştü. Tanrıya ait kutsallık sultanlar tarafından adeta gasp edildi. Toplumu zarardan koruma ve faydalı olana yönlendirmek (mefsedet-maslahat) ilkeleri, yöneticilerin çıkarını ve otoritesini korumayı esas alacak şekilde yeniden yorumlandı.

Adil ve güvenilir olmasa da yöneticilere itaat edilmesi ilkesi, idarecilerin hakkını korumak için değil halkın zarar görmesini engellemek için yasaklanmıştır. Nitekim isyanın gerekçesi fesat çıkarmak olarak belirlenmiştir. Peki fesat nedir? Fesat, halkın topluca zarar görmesine sebep olacak karışıklıktır. Fesat ihtimali, halkı korumak amacıyla, belirlenmiş bir ilke olduğu halde, zamanla yöneticileri ve devleti koruma gerekçesine dönüştürülmüştür.

Fesat kavramı dilde zararlı olan anlamına gelir ki, mefsedet bu kökten gelir karşıtı da maslahattır. Halkın fayda ve zararının gözetilmesi hukukun gayelerinden birisidir. Zarar verecek uygulamalardan kaçmak ve halkı korumak devletin ve yöneticilerin görevidir. Ancak zorba yöneticiler maslahat ve mefsedet prensiplerini halkı korumak için değil kendi otoritelerini korumak olarak algılamışlardır. Emevilerin zorba Halife’si Abdülmelik b. Mervan, komutanlarının Hz. Ömer hakkında yazılmış yazıları okuduklarını görünce “Bırakın onları, Hz. Ömer’in hayatını okumak, sizi zayıflatır; halka da zarar (mefsedet) verir” der. Ona göre mefsedet, halkın zararına olanın değil, halkın yöneticilere itaatini engelleyen davranışlardır.

Devleti en ileri derecede kutsadığı varsayılan ve kutsal devlet anlayışını dile getirenlerin delillerinden birisi “Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir” hadisidir. Bu hadis oldukça zayıf bir rivayettir. Üzerine bir hüküm bina edilmesi mümkün değildir. Yine de bu sözün nasıl algılandığına ve yorumlandığına bakıldığında yöneticilere bir kutsiyet atfedecek şekilde yorumlanmadığı görülecektir. İslam bilginleri, bu sözü literal anlamıyla alarak, sultanlara bir kutsiyet atfedecek şekilde yorumlamamış aksine metafor olarak görmüşler ve “gölgenin insanı koruduğu gibi zulme uğrayanları da sultan adaletiyle korur” şeklinde yorumlamışlardır.

İslam hukukçularına göre hukukun gerçek kaynağı Allah’tır. Diğer kaynaklar ise mecazen kaynaktır ve her bir delil farklı ölçülerde dolaylı olarak İlahi kaynakla irtibatlıdır. Bu sebeple İslam hukuku kutsal bir hukuktur. Hukukun kaynağı kutsal olduğu için de politikacıların ya da devlet başkanlarının bu hukukun otoritesinin önüne geçme hakkı teorik ve pratik olarak yoktur. Sultanlar ve onlara yakın ulema tarih boyunca hukukun bu otoritesini sultanlar lehine aşındırmak için çaba göstermişler; bir yandan siyaseten hüküm verme yetkisini yani siyasi tasarruf hakkının alanını genişleterek, diğer yandan da sultanlara kutsallık atfederek hukukun devleti yönetenlerin uygulamalarını sınırlandırmasını engellemeye çalışmışlardır. Aslında yapılan hukuk dışılığın ve keyfi yönetimin güya hukuki argümanlarla perdelenmeye çalışılmasıdır.

Batı, Ortaçağ’lar boyunca yaşadığı krallar ve kilise arasındaki kavgayı ve ikilemi, seküler hukuk modelleriyle aşmıştır. Seküler hukuk, vahye karşı akla dayalı, çoğunluk için faydalı olanın gerçekleştirilmesini amaçlayan bir hukuk sistemidir. Seküler hukukta hem hukukun hem de yöneticilerin kutsallığı ortadan kalkmış ancak toplumsallık ilkesi adalet ve eşitliğin teminatı olmuştur. Seküler hukuk sistemleri, toplumsal yarar ilkesini sürekli değişime ve tartışmaya açıklık prensipleriyle korumaya çalışır.

İslam dünyasında yaşanan krizlerin çoğunun altında tarihsel birikimin toplumun şuuraltına oluşturduğu anlayışların farklı şekillerde kendini dayatması ve görünür olması yatmaktadır. Devletçilik ve siyaseti kutsama fikrinin kaynakları ve gerekçeleri tartışılmadığından dolayı, İslam hukukçuları kutsal devlet adına halkı aldatmak istediklerinde geçmişte “siyaseten katl” diye uydurdukları gerekçenin “siyasi tasarruf” adı altında güncel versiyonunu üretebilmektedirler. Kimse de çıkıp, “Allah aşkına! siz ne yapıyorsunuz, ne söylediğinizi farkında mısınız? İnsanların mülkiyet haklarını, can güvenliğini hiçbir hukuk sistemine göre çiğneyemezsiniz. Siz bu cüreti nerden alıyorsunuz?” diyemiyor. İslam hukuku üzerinden konuşacak olursak, insanların mallarını gasp etmeyi helal görmek, öldürme ve işkenceyi helal görmek insanı dinden çıkarır; zira bu tür hükümler Allah’a isyandır. İslam hukukçularının icma ettikleri bir hükmü inkâr İslam hukukuna ve kelama göre Allah’a isyan sayılır. Bu durumda hukukun gayeleri açısından düşündüğümüzde seküler hukuk sistemleri dini olduğunu ileri süren ancak siyasi otoritenin kontrolünde olan dini hukuktan dinin öngördüğü hukuk anlayışına çok daha yakındır. Zira Tanrı’nın otoritesini tanımasa bile İslam hukukunun da gayelerinden birisi olan toplumsal faydayı esas almaktadır. Ancak bugün dini hukuk diye dayatılan anlayış ise Tanrı’nın yerine din adamlarını ve politikacıları yerleştirmekte, toplumsal fayda yerine de din adamları sınıfının ve yöneticilerin çıkarlarını ikame etmektedir.

Geçmişte yaşamış din mensupları arasındaki bazı din adamlarının “bu helaldir, bu haramdır” diyerek Allah adına din uydurmalarını Kur’an-ı Kerim, “Din bilginlerini ve rahiplerini Allah’tan başka Rab edindiler” (Tevbe suresi 31) ayetiyle kritik eder. Bu ve benzeri ayetleri İslamcılar, seküler hukuku kritik için kullanır. Seküler hukukun dini referans almadığı dikkate alınırsa bu eleştirinin seküler hukuk sistemleri için değil din adamları sınıfına ayrıcalık tanınmasını isteyen, yönetim modelleri için geçerli olduğu söylenebilir. Ayrıca sundukları çıkar karşılığında din adamlarından iktidarlarını meşrulaştıracak ve zulümlerinin halk tarafından onaylanmasını sağlayacak fetvalar alan politikacılar da bu ve benzeri ayetlerdeki eleştirinin muhatabıdır.

Dini, devlet ricaline kullandırtmak istemeyen alimler, siyasetle aralarına mesafe koyarak, en zor zamanlarda bile zalim yöneticilere en azından pasif muhalefet etmişlerdir. Zira politikacılarla doğrudan mücadeleye girmek her zaman ciddi bireysel ve toplumsal riskler taşır. Ancak sonuçta bir alimin itibarını belirleyen de iktidara ve güç sahiplerine muhalefetidir. Bugün Said Nursi’ye de Şeyh Said’e de saygı duyulur ama dünyevi çıkarları için politikacılara boyun eğen din adamlarına saygı duyan birisini göstermek zordur. Yandaş din adamlarının dünyevi çıkarları için dini kullanmasına karşı çıkmadan, politikacılara itaati dini bir sorumluluk olarak görmeyi terk etmeden hukuk, adalet ve özgürlüklerden bahsetmek mümkün değildir.

Kutsal devlet fikri ister bir ırk ister hanedan isterse din üzerinden gerekçelendirilsin sonuçta Allah’a isyandır; toplumu seçkin bir azınlığın kölesi olarak yönetebilmek için uydurulmuş akıldışı bir inançtır. Toplumsal yararlılık ilkesini esas alarak, toplumsal mutabakat ve barışı gerçekleştirmek zorundayız; bunun için öncelikle ideolojik saplantılardan kurtulmak ve kutsal devlet gibi arkaik inançlardan sıyrılmamız gerektiğinin farkında olmamız gerekmektedir.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com